Bitmemiş Bir Sinema

Bu yazı 1995’te Abbas Kiyarostami tarafından sinemanın 100. yılını anmak adına kaleme alınmıştır.

Aslen sinema salonunda ışıkların ekrandaki görüntüleri daha iyi görebilmemiz için söndürüldüğünü düşünürdüm. Sonra, seyircilerin koltuklarına rahatça yerleşmelerine biraz daha yakından baktım ve çok daha önemli bir sebep olduğunu gördüm: Karanlık, seyircilerin kendisini diğer seyircilerden izole etmesini ve yalnız olmasını sağlıyordu. Hem diğerleriyle birlikte hem de onlardan uzaktalardı.

Bir filmin dünyasını seyircilerin gözü önüne serdiğimizde her biri kendi deneyimlerinin zenginliğiyle kendi dünyasını yaratmayı öğrenir.

Film yapımcısı olarak bu yaratıcı müdahaleye güveniyorum çünkü aksi durumda film ve seyirci birlikte ölecek. Mükemmel işleyen kusursuz hikayelerin büyük bir sıkıntısı vardır: Onlar, seyircinin müdahalesine izin vermeyecek kadar iyi ilerler.

Hikayesi olmayan filmlerin seyirciler arasında pek popüler olmadığı bir gerçek ama bir hikaye aynı zamanda boşluklara ihtiyaç duyar; çengel bulmacadakiler gibi, seyircinin doldurup doldurmamasına kalmış boşluklara ya da bir polisiyedeki özel dedektifin keşfedebileceği tarzda boşluklara.

Ben seyircisine daha çok imkan ve zaman veren bir sinema türüne inanıyorum. Yarım yaratılmış, bitmemiş bir sinemaya, seyircisinin yaratıcı ruhuyla tamamlanan yani yüzlerce filmle sonuçlanan bir sinemaya. Seyircisine ait olan ve onların dünyasıyla karşılık bulan bir sinemaya.

Her eserin, her filmin dünyası yeni bir hakikati anlatır. Karanlığa gömülmüş sinema salonunda herkese hayal kurma ve hayallerini özgürce ifade etme şansını veririz. Sanat bir şeyleri değiştirmeyi ve yeni fikirler sunmayı başaracaksa bunu ancak hitap ettiğimiz insanların özgür yaratıcılığıyla, yani her bir seyirciyle yapabilir.

Sanatçının kurgusal ve ideal dünyası ile hitap ettiği kişininki arasında yekpare ve kalıcı bir bağ var. Sanat kişinin kendi isteklerine ve kriterlerine göre kendi hakikatini yaratmasına izin verdiği gibi, kendisine empoze edilen diğer hakikatleri reddetmesine de izin verir. Sanat her sanatçıya ve seyircisine, sıradan insanların her gün deneyimlediği acı ve tutkunun arkasında gizlenmiş hakikate gerçekle daha çok örtüşen bir bakış imkanı sağlar. Film yapımcısının günlük hayatı değiştirmeye dair girişimi ancak seyircisinin suç ortaklığıyla meyvesini verebilir. Bu ikinci bahsedilense ancak film, seyircinin algılayabileceği çelişkiler ve çatışmalarla dolu bir dünya yaratırsa etkin olur. Formül basit: Gerçek olduğunu düşündüğümüz fakat tamamıyla adil olmayan bir dünya.

Bu dünya zihinlerimizin bir ürünü değil ve hepimize o kadar da uymaz; fakat, sinema teknikleri vesilesiyle etrafımızdaki bu dünyadan yüz kat daha gerçek ve adil bir dünya yaratırız. Bu, dünyamızın bize yanlış bir adalet imajı verdiği anlamına gelmez, tam aksine, ideal dünyamız ve gerçek dünya arasındaki tezatlıkları daha da iyi vurgular. Bu dünyada, umuttan, kederden ve tutkudan bahsederiz.

Sinema rüyalarımıza açılan ve onun aracılığıyla kendimizi daha iyi tanıyabildiğimiz bir penceredir. Sayesinde elde ettiğimiz bilgi ve tutku ile hayatı, rüyalarımıza yaraşır bir hale dönüştürürüz.

Sinema salonu koltuğu analistin koltuğundan daha yardımcıdır. Sinemada koltuğa oturduğumuzda kendi halimize bırakılırız ve belki de birbirimize bu kadar bağlı olup aynı zamanda bu kadar uzak olduğumuz tek yer burası: İşte bu sinemanın mucizesi.

Sinemanın gelecek çağında, seyircinin zeki ve yapıcı bir bileşen olarak saygı görmesi kaçınılmaz. Buna ulaşmak için belki de seyircinin mutlak efendi olduğu kavramından uzaklaşmalı. Yönetmen de kendi filminin seyircisi olmalı.

Bir yüzyıl boyunca sinema, filmin yapımcısına aitti. Şimdi umalım ki ikinci yüzyıla seyirciyi de bulaştırmamızın vakti gelmiş olsun.

Çeviri: Dilara Şengül


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın