Büyük bir sükunet içerisinde denizin etrafında çalışan insanları izliyoruz. Filmin sessizliği ve karşımızdaki imajın telaşsız sükunu, imgenin yüksek sesiyle birlikte üzerimize hücum eden huzurlu bir uyum içerisinde. Bu bir Peter Hutton filmi, onun filmlerinin büyük sözlere ve yüksek seslere hiçbir zaman ihtiyacı yok. Sabit açıyı, orada olabilme ihtimalinin duygusal yoğunluğunu ve tanıklık ettiğimiz hareketler sayesinde geçtiğini fark ettiğimiz zamanın üzerimizde hiçbir ağırlığı olmadığını hissediyoruz. Peter Hutton’un At Sea filminde, daha doğrusu Peter Hutton’un denizinde karşılaştığımız şeyler bu bahsedilen huzurun içerisinde bizi devasa bir huzursuzluğun içine de sürükleyebiliyor. Ya da belki de burada tanıklık ettiğimiz huzur, huzursuzluk ve henüz tamamlanmamış, bile isteye yarım bırakılmışlıklar, birbirinin peşini bir türlü bırakamayan ve birbiriyle bağlantılı hislerdir.

At Sea’de Hutton’un objektifi Güney Kore’de, gemi işçilerinin yeni bir gemi yapımını göstermek üzere açılıyor. İnsan gözünün kapsayamayacağı büyüklükteki bu gemi, yapım aşamasında çalışan insanları görsek de sanki karşımızda duran gemiyi bir insan topluluğu inşa edemez gibi bir izlenim sunuyor. Fakat buradaki oluşuma ve yaşananlara belki de “daha önceki yaşamında” olarak nitelendirebileceğimiz bir şekilde filmin yönetmeni fazlasıyla hakim. Hutton, 1960’larda ve 70’lerde ticari bir denizci olarak çalıştı ve kargo gemileriyle dünyayı dolaştı. Onun için burada olmanın, deniz yolculuğuna çıkmanın anlamı çok başka bir yerde. Belki de bu sebepten dolayı filmin açılışını bir Joseph Conrad alıntısı ile yapıyor: “Doğan bir adam, denize düşen bir adam gibi bir rüyaya düşer.” Bu söz, bir gemici için, denize doğan ve var oluş amacını bu gemi parçasının götürdüğü yerden ötesine taşıyamayan, özgürlüğün tanımını buradan tasarlayan biri için çok daha anlamlı olacaktır.
Hutton, aslında filmi üçe bölüyor diyebiliriz, üç farklı yaşam parçası. İlk kısımda yukarıda da bahsi geçtiği üzere Güney Kore’deki tersanede bu devasa kargo gemisinin inşa ediliş aşamasını ve sessizlik içerisinde çalışan bir grup insanı işlerine odaklanmış vaziyette görüyoruz. Bu inşa aşamasına dair en ince detaylar, Hutton’un kadrajında bir bir karşımıza çıkıyor. Bir kargo gemisinin yapımını bu kadar detaylı sunulması da aslında filmin sessizliği içerisinde birbirini izleyen her planda yeni bir katman vasıtasıyla değişime, gelişime ve zamanın geçiş evrelerinin silüetine tanık olmamıza olanak sağlıyor. Yavaş yavaş sessizlik eşliğinde kendimizi içerisinde bulduğumuz bu dünya, esasen kaybolan bir bakış açısını çağrıştırıyor.
Sonrasında filmin bir diğer kısmına geçiyoruz. Artık dalgalara hazır bir gemi görüyoruz. Gemi denize çıktığında, yani Hutton kamerasını açık denize, dalgalara ve akan zamana yönelttiğinde konteynerlerin canlı renkleriyle birleşen suyun ihtişamı ve yoğunluğu, dünyayı yeniden görmemize neden oluyor. Katmanlar içerisinde bir deniz, sürekli rengini değiştiren ve mavinin her halini üzerine alan bu deniz, bizi tahmin edemeyeceğimiz ve içimizden nereye gittiğini tasvir etmenin bile gelmediği bir yolculuğa çıkartıyor. Hutton, adeta kamerasına yeni olanaklar sunuyor. Suyun üzerinde, dalgalarla uyum içerisinde olan kamera, sanki kendinden emin bir hale bürünüyor ve o an sinema adına ne yaşanması gerekiyorsa denizi, güneşin doğuşunu ve batışını, karanlığın suya karşı ihtişamını en sade biçimde izleyiciye aktarıyor. Hutton, kamera kullanımına dair birçok röportajında neredeyse hep aynı şeyi söylüyor; “Pratik yapın, pratik yapın, kameranın kendi gözünüz gibi bir hale gelebilmesi için daima pratik yapın.” Bu sözlerin önemi aslında bu uzun plan sekansa şahitlik eden bizler için daha da tanıdık bir görünüm kazanıyor. Hutton, elinde tuttuğu kameranın işlevine fazlasıyla hakim ve üzerinde uzunca yol kat ettiği denizi filme alırken de bu hakimiyetinin maharetlerini en özel şekilde izleyiciye aktarıyor.

Bu yolculuktan sonra, gecenin karanlığının suya son temasının ardından karşımıza çıkan siyah ekran sayesinde yolculuğun sona erdiğini ve varılabilecek yerlerden birine varıldığını hissedebiliyoruz. Objektifin tekrar gün ışığına açıldığı ve karanlığın sona erdiği anda başka bir kıyaya rastlıyoruz. Burası belki de ummaya cesaret edemediğimiz yeni ufuklardan biri bile olabilir. Bizler, elindeki kamerasıyla yolculuğa çıkan ve yanında sinema izleyicisini de ağırlayan bu adamın yolculuğuna eşlik ettik ve bir bakıma Hutton’un kamerası ile bir noktadan başka bir noktaya vardık. Bu sebeple de Jean Racine’nin sinema izleyicileri için fazlasıyla anlamlı hale gelen o sözünü anmak geliyor içimden: “Ülkeler arasındaki mesafeler, zamanın aşırı yakınlığını bir ölçüde telafi eder.” Sinema, bizler için burada adeta hayatı ve zamanı telafi ediyor. Fakat bu kıyıda yaşanılanlar, filmin başlangıcında gördüğümüz o geminin inşa aşamasından farklı şeyler. Burada yeni bir oluşum ve bir doğuş söz konusu değil. Filmin ilk parçasında yolculuğa hazırlanan bu gemi, yerini sona ermeye ve yolculuğun sonlanmasına bırakmış durumda. Burada, Güneydoğu Asya’da bir kıyıda, hizmet dışı bırakılmış bir geminin paslanmış gövdesini görüyoruz. Artık yolculuk sonlanmış, vardığı yerde kendisini parçalanmaya açık bir vaziyette bırakmış bir gemi var. Filme dair yapılan birçok yorum da esasen bu üç parçaya ayrılan filmin bizlere bir yaşam döngüsü sunduğuna yönelik. Gemi önce inşa ediliyor, yeni bir rota için hazırlanıyor, daha sonra uzun bir yolculuğa çıkıyor ve vardığı yerde kendini yok olmaya emanet etmiş halde, bir kıyıda insanlar aracılığıyla yaratılırken diğer bir kıyıda başka insanlar tarafından ölümle yüzleşir vaziyette buluyor ve Hutton, filmin bu kısmında bir anda renkli görüntüden siyah beyaz görüntüye geçiş yapıyor. Evet, bir yaşam serüveni daha sona erdi. Ölen bu gemi, insanlar tarafından ölümünün arkasında bıraktığı şeyler sayesinde yağmalanıyor. Geminin içerisinde ne varsa parça parça kendilerine alan insanlar, gemiyi yeteri kadar boşalttıktan sonra Hutton’un kamerasını fark ediyorlar. İşte burada bir bakıma gerçeklerle yüzleşiyoruz. İnsanlar, tripot üzerindeki kamerayı fark ediyor ve bu kameranın, içerisinde oldukları anı kaydediyor olmasından memnuniyet duyuyorlar. Bu an aslında bizlere Chris Marker’in Sans Soleil (1983)’de sormuş olduğu şu soruyu çağrıştırıyor: “Film okullarında öğrettikleri gibi insanlara kameraya bakmamalarını söylemekten daha aptalca bir şey duydunuz mu?” Hutton da buradaki yoksul işçilere kameraya bakmayın demiyor. Bilakis bu insanlar, kameranın varlığından rahatsızlık duymadan ne yapmaları gerekiyorsa, geçip giden yaşamlarının akışında sırada ne varsa onu yapıyorlar. Evet, hayat devam ediyor, gemi parçalandı, ihtiyacı olanlar, bir ölünün arkasında bıraktıklarını sahiplendi ve çok büyük ihtimalle filmin ilk parçasındaki diğer kıyıda yeni bir kargo gemisi daha inşa ediliyor. O yeni gemi de bir kıyıda inşa edilecek, kendisini yolculuklarda bulacak ve sonra bir başka kıyıda yaşama veda edecek. Evet, her şeye rağmen hayat devam ediyor ve sinema, önümüzden geçip giden bu kayıp zaman döngüsü kendisini tekrarladıkça var olmaktan memnuniyet duyacak. Zamanı yakalamak ve yaşamın birbirinden bağımsız gibi görünen parçalarını birleştirmek için.
Enes Serenli

Yorum bırakın