Ingmar Bergman hakkında bir şey yazmaya, söylemeye çalışmak, yahut herhangi bir yorum yapmak bana küstahlık gibi geliyor: Zira bu filmler sinema tarihinde görkemli deniz fenerleri gibi tek başınadırlar. Onların tüm yorumlardan muaf olmaları kadar memnuniyetle karşılanacak başka bir şey yoktur; daim olsunlar! Bana göre, eserleri “fikrin” karanlık pencerelerinden bu denli sık süzülen başka bir çağdaş yönetmen daha yoktur ki Ingmar Bergman’ınkiler kadar ön analize tabi tutulmadan yalnızca izlenmeyi hak eden başka bir film de yoktur. Bu fırsatı, ona doğum gününde en iyi dileklerimi göndermek ve onu bir “fikirle” daha sıkmamak için kullanmak istiyorum. Ayrıca ona – ve kendime- gidip onun tüm filmlerini tekrar ama bu sefer geçmişte onlara verdiğim tepkilerin yükü olmadan izleyeceğime söz vermek istiyorum.

Bunları anımsadığımda, kendimi kız arkadaşımla gizlice sinemaya (esasında okul, kilise ve ebeveynler tarafından yasaklanmasına rağmen) The Silence’ı (1963) izlemeye giden bir öğrenci olarak görüyorum. Bundan derinden etkilenmiş olarak çıktığımı ve müteakip günlerde okul arkadaşlarımla bu konuyu tartışmaktan kaçındığımı görüyorum, çünkü tartışmalarımızda bunların üzerimdeki etkisini ifade edemiyordum. Birkaç yılın akabinde kendimi, bir tıp öğrencisi olarak, Seventh Seal (1957) ve Wild Strawberries’i (1957) geç saatteki bir çifte gösterimden zar zor çıkıp, gecenin geri kalanını yağmurda yürüyerek tüm bu yaşam ve ölüm muhakemesi ile afallamış, kaygılı bir halde geçirdiğimi görüyorum. Ve sonra, birkaç yılın ardından kendimi Persona’yı (1966) ve Bergman’ın bütün çalışmalarını reddeden, psikolojiden arınmış, her şeyin “kendini göstererek” alelade görünür olduğu sinemayı savunan bir öğrenci olarak görüyorum. Amerikan sinemasının “fiziksel niteliğinin” aksine, Bergman’ın filmlerinin “derinliğine” ve “olağanüstülüğüne” dair basmakalıp konuşmalarımdan da biraz mahcubiyet duyuyorum. Yine bir süre sonra kendimi, 10 yıl önce küçümsediğim “kaygı ve içedönüklüğün Avrupa Sineması” olarak tezahür ettiği Cries and Whispers’in (1972) San Francisco’da bir sinemadaki gösteriminden hüngür hüngür ağlayarak çıkan Amerika’daki bir film yapımcısı olarak görmeye başladım. Öyle ki uzun zaman önce terk ettiğim bu yer, şu anda içinde bulunduğum, zamanında hayranı olduğum “yüzeysel” olarak nitelendirebileceğimiz düz ve sıradan bir yer haline gelen ve geride artık hiçbir şeyin kalmadığı “sinema cennetinden” çok daha mutlu olacağım bir ev gibiydi. Öğrenciyken o “derin” sinemayı her ne kadar acımasızca eleştirmiş olsam da, şimdi kendi içimdeki “derinlik” özlemini keşfedip Ingmar Bergman ile daha da uzlaştığımı hissettim.
Bilirkişi değilim; filmleri herkes gibi seyircinin bir parçası olarak görüyorum. Bir film izlemenin “öznel” bir süreç olduğunu biliyorum, bir bakıma sizler yalnızca ekrandaki “nesnel filmin” ruhunuza yansıttığı filmi görüyorsunuz. Bence bu, Ingmar Bergman’ın filmleri için daha da doğru: Kendimizi onlarda görüyoruz ama bir aynanın yaptığı gibi değil, hayır, daha iyisi, bizden bahseden bir filmdeki gibi…
Wim Wenders / Temmuz 1988
Çeviri: Betül Eke

Yorum bırakın