“Ben sadece tofu yapmayı biliyorum… Kızarmış tofu, haşlanmış tofu, tofu dolması yapabilirim. Pirzola ve diğer süslü şeyler, bunlar diğer yönetmenler için.” — Yasujiro Ozu.
Yasujiro Ozu’dan bahsedilirken artık klasik bir kalıba dönüşmüş olan şu cümleyi sıklıkla duyarız: “Japon yönetmenlerin en Japon’u” ya da “En Japon yönetmen”. Bu esasında belirli düzeyde haklılık payı taşımasına rağmen başka bir tarafıyla da batının Ozu’yu geç keşfetmesinin doğurduğu tuhaf bir günah çıkartmanın tezahürü gibidir.
Elbette ki Ozu sinema için çok fazla alışılmamış biçimde geleneksel kültürüne göbek bağıyla bağlıdır. Ancak bu geleneksellik doğrudan sinemanın geleneği değildir. Ozu’nun sinemaya başladığı ve filmler yapmaya devam ettiği yıllarda -belki de hala daha- sinema için gelenekselleşmişlikten bahsetmek çok mümkün değildir. Sinemaya henüz ne ses ne de renk dahil olmamışken de Ozu filmler yapıyordu ve Ozu o zamanlarda da aynı filmleri yapmaya devam ediyordu.

Teknik olarak sürekli kendisini güncelleyen, yenileyen sinemada en büyük bağını kendi ülkesinin geleneği, sanatı ve kültürüyle kuruyordu. İşin şaşırtıcı olan tarafıysa bu bağ anlamsal olduğu kadar -hatta daha da fazla- biçimsel olarak kuruluyordu. Kadim olanı, yüzyıllar boyunca ağır ağır pişerek bozulamaz, değişemez kıvama gelmiş olanı; güncel, değişen, yenilenen, kendi imkanlarının sınırlarını arayan ve keşfeden sinema gibi modern ve güncel bir araçla böylesine büyük bir zarafetle sentezleyebilmek yalnızca hayret uyandırıcıdır. Aynı zamanda da ortaya çıkan eşsiz sentez hiç de geleneksel kalıplara uygun değil bilakis yenilikçi bir anlayıştır. Modern sanatta bazı ressamların tarih öncesi mağara çizimlerinin etkisiyle ortaya yeni ve çağdaş ürünler çıkartması gibi Ozu da geleneksel Japon resim sanatı, şiiri ve tiyatrosuyla bu bağı kurar.
Bütün bunların yanında Ozu’nun filmleri klasik sinema tekniklerine de birçok açıdan uyum sağlamaz. Planlarlar arası geçişler, kullandığı çekim ölçekleri, aks kuralına uymaması, kamerayı konumlandırışı… birçok yönetmenin tercih etmeyeceği türdendir. Buna rağmen herhangi bir Ozu filmi seyrettiğimizde gördüğümüz şeyin sinemanın en kusursuza yakın örneklerinden bir tanesi olduğunu doğrudan anlarız. Öyle ki Paul Scharader Ozu’yu “Kusursuz bir formalist.” olarak tanımlar. Ozu kendisine kadar olan sinemanın kabul gören doğrularına, alışılmış olan normallerine yanaşmayıp, kendi doğrularını inşa eder ve bu doğrular sinemanın doğrularına dönüşür. Bunu yaparken de sinematografik oyunlara, gösterişçi büyük yönetmen numaralarına, seyircinin nefesini kesecek prodüksiyonlara, vıcık bir teatralliğe hiç ama hiç ihtiyaç duymaz. Alabildiğine sade ve basit biçimsel tercihlerle kurar mizansenlerini. Basitlikse; ince elenmiş, nakış gibi örülmüş saflığa ulaşma çabasının, müthiş incelikli detaycılığın ve izleyiciye olan saygının ardında yatar.
Yasujiro Ozu’nun filmlerinin dış kabuğu ekseriyetle birbirlerine yakın fikirsel yönelimlerle kurulur: Savaş sonrası Japonya’nın dönüşümü, modernleşen dünya, bozulmakta olan çekirdek aile yapısı, endüstriyel kapitalizmin giderek büyüyen hükümranlığı, taşra-şehir karşıtlığı… bütün bu temel kavramlara rağmen Ozu sinemasının yalnızca sosyolojik veya toplumsal gerçekçi sinema açısından ele alınmasını engelleyecek kadar yoğun psikolojik, manevi, ruhani ya da yine Paul Scharader’ın deyimiyle transandantal (aşkın) bir tarafı vardır. Ozu’nun zamana-mekana, insanın en içre duygularına-düşüncelerine, varlığa-hiçliğe dair engin kavrayışını hissedememek mümkün değildir. Yaşamın, insanın zihniyle kavrayamayacağı gizleriyle, hissiyatın yalnızca yanlışa sürükleyeceği duygulanımı arasında güçlü, sarsılmaz bir denge kurar.
Ozu, dünyanın o sükunet içerisindeki görünmeyen ve hissedilmeyen hareketinin farkındadır; bazan odada duran bir vazo ya da kırmızı bir çaydanlık, bazan çamaşır ipinde asılı çamaşırlar, bacadan tüten duman bazan soyulan bir elma, boş bir şişe bazan bir televizyon, bir radyo bazan yan yana duran iki insan, bazan okula giden çocuklar, balığa çıkan balıkçılar, gelen bir tren bazan bir reklam panosu ve sahildeki iki bisiklet kendi anlam sınırlarının çok ötesine geçerler. Artık onlar cisim olarak aynı kalsalar da o filmin izleyicilerinin gözünde ve zihninde çok daha öte bir manaya kavuşurlar. Nesneler ve durumlar aynı yerinde kalmamış, değişmiş, tekamüle uğramış tıpkı dünyanın hareketi gibi onlar da görünmeyen fakat içsel bir hareketle anlamsal konumlarını değiştirmiştir.
Her şey olması gerektiği, olduğu ve olacağı gibidir Ozu’da. İzleyicisine yalanlar söylemez, hayaller satmaz, öğütler vermez. Zaman akıp gider, her şey geçer ve aynı zamanda kalır, yaşam olduğu kadar ölüm de vardır, hayat devam eder, ne hüzün ne mutluluk nihai zaferi elde eder; olacak olan olur, kalacak olan kalır, gidecek olan gider: sonraysa her zaman olduğu gibi.
Mert Mustafa Babacan

Yorum bırakın