Varla Yok Arası Bir Film

Var olmadığım günler. Doğrusu filmin ismini ilk duyduğumda beni ne denli bir şeyin beklediğini pek tahayyül edememiştim. Açık konuşmak gerekirse filmi izlemeden önceki ön yargım aslında bunun hissel veya sanatsal bir tuzak olabileceği yönündeydi, ki ben bu tuzaklara her seferinde seve seve düşerim. Çünkü bir sanat eserine yoğun imgeler barındırabilecek katmanlı bir isim koymak, esasen eserin önüne geçebilen bir durum olabiliyor. Fakat galiba bu filme dair içtenlikle bir yazı yazma heyecanımı besleyen durum da filmin ve taşıdığı bu ismin benim için anlamlı bir tuzak olabilmesi ve filme verilmiş olan ismin, filmi benim için daha da özel kılmış olması olmuştur.

The Days When I Don’t Exist, Jean-Charles Fitoussi’nin ilk uzun metrajlı filmi. Genel bir anlayışla bakılacak olursa kendisinin pek göze çarpan bir filmografisi olmasa da Aura été (1994) Locarno Festivali’nde,  The Days When I Don’t Exist (2022) Torino Film Festivali’nden çeşitli ödüllerle dönmeyi başarmış ve De la musique ou La jota de Rosset (2013) filmi Rotterdam Film Festivali’nde gösterilmiştir. Bir filme verilebilecek olan değerin festival başarıları üzerinden ölçülmesini hiç sevmesem de yönetmeni tanıtabilmek açısından bu ayrıntıyı okuyucuya sunmak istedim. Bunun yanı sıra açıkçası kişisel bir yerden dışarıdan yönetmene baktığımda benim için Fitoussi’nin en göze çarpan özelliği Jean-Marie Straub ve Danièle Huillet’in asistanlığını yapmış olmasıdır. “Öznel” bir sinema anlayışına sahip olan birçok insan gibi Fitoussi de bir Straub – Huillet hayranı. Bu durum, belki de kendisine ve filmlerine olan dikkatimi arttırmak adına benim için büyük bir sebep oluşturmuştur. Çünkü bu filmde de aslında kısmen bir Straub – Huillet etkisi görebiliyoruz. Özellikle bariz bir şekilde donuk kadrajlar içerisinde oyuncu yönetimi, kamera kullanımının ve kameraya bağlı tercihlerin son derece sade ve kameraya ait alanın asla gereksiz imajlarla tahrip edilmiyor olması, düz, net ve akıcı bir anlatıcı ile kavramaya çalışılacak olan şeyin seyirciye asla dikte edilmiyor oluşu buna örnek olabilir.

Film, esasen bizlere bir masal anlatıyor. Bir ölümün sebep olduğu, birinin ölümü üzerinden türeyen bir masal. Filmin açılış sahnesinde ölüm döşeğinde bir adam görürüz. Bu adamın ölümü ve geride bıraktığı çocukları filmin temelini oluşturuyor. Bir sonraki planda ise fazlasıyla gri ve soğuk bir şehir ve şehrin ana caddelerinden birinde gezinen ve ölümü takip eden bir kamera. Filmin masal dışı tarafında, sözde gerçekliğini yansıtacak olan kısımda bizleri tarihi bir binada asılı duran Vladimir Jankélévitch alıntısı karşılıyor: “Olmuş olan kişi artık olamaz. Bundan böyle, olmuş olmanın o gizemli ve son derece karanlık gerçeği, onun sonsuzluk biletidir.” Bu cümle belki de filmin başlangıcı ve sonu için fazlasıyla büyük bir önem taşıyor, tıpkı bir insan yaşamının başlangıcı ve sonu gibi.

Filmin bir ölümle açılması ve ölümden yola çıkarak odak noktamızı yaşarken ölen birine evriltmesi de, bu masalı ve gerçek (sinema) ile ölüm arasındaki bağlantı noktalarını şiirsel bir açıdan sunuyor olması, tek bir fikri birkaç ilkeyle sinemaya aktarabilmenin nasıl bir sonucu olabileceğini bizlere gösteriyor. Uzun planlarla kilisede duran tabutun filme alınması ve ardından yine uzun bir plan halinde kazılmış boş mezarı babasını kaybetmiş bir çocuk ile beraber görüyor oluşumuz da temeldeki fikrin sinemaya işlenebilecek en özel anlarından birini sergiliyor. Genel bağlamdan bakacak olursak filmin başlangıcında tüm adetleri ve düzenli işleyişiyle bir ölü anılıyor ve sonra kamera ve bu masala sebebiyet verecek olan karakterler bir başka ölüyü ziyaret ediyor, bu ölünün adı Antoine Martin.

Belki de henüz filmi izlemeden yazıyı okuyanlar için imajlara dair bazı betimlemelere ihtiyaç duyulacaktır. Çünkü filmin, sinema adına, yani görüntü adına vadettiği şeyler de es geçilemeyecek türden. İzlediğimiz film, özellikle anlatıcının sessizleştiği yerlerde fazlasıyla sade ve kelimenin tam anlamıyla temiz bir görüntü yoğunluğu sunuyor. Bilhassa yakın planlarla sağlanan saf bir anlatım tarzı ve kaosa mahal vermeyen acelesiz, sabit kamera kullanımı fazlasıyla etkileyici. Bunun yanı sıra, görüntüler eşliğinde imaj yoluyla verilmek istenen imgeler de ziyadesiyle akıcı ve hiçbir görüntüde kalabalık oluşturan veya kargaşaya yol açan bir anlamsızlık yığını görülemiyor. Bu sebeple filmin izleyiciye ulaştırmak istediği mana silsilesi de muhatabına gereksiz hiçbir kurgusal ağırlık sunmuyor. Yani ne seyircisini aptal yerine koyuyor ne de anlatılmak istenen derdin üzerine yeni bir dert bindiriyor, her şey olduğu gibi apaçık bir şekilde orada duruyor.

İzleyeceğimiz (dinleyeceğimiz) masal, bu adamın hayatını (var olamadığı hayatını) anlatıyor. Antoine Martin 80 yıl boyunca gün aşırı bir hayat sürdürmüş biri. Daha doğrusu bir var bir yok, bir gün var olduğu günü, bir diğer gün var olmadığı günü yaşıyor. Bu sebeble onun yaşamı 80 yıl değil 40 yıl olarak anılıyor. Başlangıçta Antoine, anlatıcı tarafından anılırken şöyle bir ifadeyle karşılaşıyoruz: “Gün aşırı var olmak sağduyuya isyandır.” Çünkü Antoine’nin içinde bulunduğu bu yaşam formu, hayatın olağan akışına karşı bir devrim niteliğinde. Antoine, dış dünyaya kendini attığında, bir türlü senkronize olamadığı bu hayatta genel olarak saf dışı kalıyor. Etrafını izliyor ve onun var olamadığı günlerde insanların neler yaptığını merak ediyor. Onun kalbi, yaşayamadığı bu günün düşüncesiyle sıkışıp duruyor. Dün ve yarın kelimeleri, ona sanki hiç gitmediği bir yer hissi veriyor. Düne ve yarına dair zihnindeki düşünceler ona özlem, merak ve pişmanlık uyandırıyor. Dünü ve yarını olmadan yaşadığı günden başka bir şey bilmemek ona çok ağır geliyor ve onu en çok inciten şeyin sebebi ise her zaman aynı oluyor: Zamanın geçiyor oluşu.

Böyle bir yaşam formu içerisinde Antoine için en zorlayıcı şeylerden biri de aşık olmak oluyor. Çünkü bir gün var olup bir diğer gün olmayan biriyle yaşanabilecek olan aşk amansız bir özleme dönüşebilir ve kimsenin bir gün aşık bir diğer gün acılar içinde yaşamayı kabullenebileceği düşünülemez, ya da belki de bu iki günün birbirinden pek de bir farkı yoktur. Ve sonrasında bir gün Antoine, Clémentine ile tanıştı. Birbirlerine tutkuyla bağlandıkları için her şey çok hızlı ve basit oldu. Ama Clémentine her gün yaşadı. Burada hem film açısından hem de kahramanımız Antoine açısından farklı bir pencere açılıyor, aslında yeni bir olasılık ile karşı karşıyayız. Aşkın görünen yüzü ve bir insanın aşık olarak kendisine yeni bir var oluş amacı edinmiş olması Antoine için de aynı şekilde işleyecek mi büyük bir merak konusu. Çünkü bu aşk, onu da dünü ve yarını önemsemekle yükümlü kılıyor ve bu yükümlülüğün altına girmek Clémentine için de epey zorlayıcı oluyor. Özellikle bir gün var olup bir gün olmayan biriyle aynı evde yaşamak belki de fikir olarak sinemada tasarlanabilmiş en yoğun depresif duygulanımlara yol açabilecek hallerden biri bile olabilir.

Antoine ile Clémentine arasındaki bu varla yok arasındaki bağ, her geçen gün daha da zorlayıcı bir hale gelmeye devam etmektedir. Antoine, var olduğu günlerde daima var olamadığı bu öteki dünyanın anısını yaşıyormuş gibidir. Clémentine ise bu yoklukla artık ne yapacağını bilemez bir hale gelir ve Antoine’nin olmadığı günlerde adeta onun yokluğuyla mücadele etmektedir. Bir bakıma zaten olmayan birini yok etme çabası.

Birbirinden farklı kırılma noktaları geçiren ve sona doğru içi içe geçen bu fantastik masal, Antoine’nin bir gün var olup bir gün olmadığı düzenden sıyrılıp bir yıllık yokluğuyla başka bir noktaya evrilmeye başlar. Antoine, dışarı çıkıp yaşayamadığı önceki günün hüznüyle sokaklarda dolaşırken bir anda kendini bir yıllık hayat yokluğu içerisinde bulur. Bu yokluklar içerisinde kendinde bir yokluk ve varlık seçme hakkının bulunmadığını fark eden Antoine, bir yerden sonra kendi sonunu tayin etme çabasına girişir. Bir nevi sonun başlangıcına ulaşabilme niyetine bürünür. Bu varlık ve yokluk halinin bir döngü olduğunu fark etmek artık kaçınılmaz olmuştur. Buradan sonra olmak ve olmamak arasında pek de bir fark kalmamıştır. Aşk bitmiş, hayatın başlangıcı ve sonu belli değil, o halde yeni bir mezar kazılabilir. Kendi mezarını kazabilecek ve onu sonsuzluğun ardında bırakabilecek birini arayan Antoine, Kirazın Tadı’ndaki Badii Bey gibi kendi mezarını kazdıracak birini bulmuştur. Masal ve film içindeki gerçeğin birleştiği an işte burasıdır. Küçük Antoine, var olamayan Antoine’a bu konuda yardım eder. Onlar bir araya gelir ve bundan sonra artık her 10 yılda bir uyanacak olan Antoine, bu ihtimale sığınarak kendini toprağa bırakır.

Varoluş çabası, sorgulanan hayat, bu yokluk içerisinde yaşanılan aşk, günlerden habersiz bir var olamama hali, hepsi birikir ve bir sona, sonuca ihtiyaç duymayan bir film daha sinemada varlığını sürdürür. Antoine, on yıl sonra uyanacağını düşünerek kendini bir mezarın içerisine hapseder ve fakat seyirci onun bir daha uyanıp uyanamayacağını bilmemektedir. Antoine şu an hala yaşıyor olabilir, film bize onun var olabilme ihtimalini sunarak kapanır ve bir bakıma film kendisinin seyircideki var oluşunu engellemez. Buradan sonrası izleyiciye kalmıştır. Film, var olunan her gün için oradadır. Sinemanın insan yaşamındaki yeri bir nevi bu duruma karşılık düşer, varlığını daima sürdüren ve var olunamayan günler için sinema.

Enes Serenli


Posted

in

by

Tags:

Comments

Yorum bırakın