
Hoş geldiniz. Öncelikle kendi zihninizde böyle bir belgesel filmi yapma fikrinin ilk çıktığı andan şimdiki zamana baktığınızda neler düşündüğünüzü ve sizin için nasıl bir sürecin işlediğini merak ediyorum.
Hoş buldum. Bu proje fikri ilk aklıma geldiğinde açıkçası bu kadar zor olabileceğini düşünmüyordum. Biraz daha hızlı hareket etmek ve ulaşmaya çalıştığım belgelere, arşivlere daha hızlı ulaşmak çabasındaydım ama zamanla şunu fark ettim ki öyle olunca olmuyor. Daha detaylı, daha derine inerek bir şeyler yapmak gerektiğini gördüm. Bu sebeple de süreç 3 yıla kadar uzadı ve aslında araştırma aşaması hiç bitmedi. Biz kurgunun son bir ayındayken bile hala yeni arşiv belgelerine ulaşıyorduk ve onlar kurguyu ve film içerisindeki metni şekillendiriyordu. O yüzden şimdi dönüp baktığımda belgesel yapmanın çok da planlanabilecek bir süreç olmadığını anladım, benim en iyi öğrendiğim şey bu oldu. Yapım süreci hiç bitmiyor. Bununla başa çıkmak zor, bir yerden sonra sınırların kayboluyor. Filmin kurgusunu birçok kez bozup yeniden yaptık. Öyle ki kadın anlatıcının dili bile çok kez değişti. Bazen üçüncü tekile geçtik bazen birinci tekilde kaldık. Böyle bir yerden baktığımda hiç bitmeyen, devinim halinde bir süreç oldu. Bir de tabii biyografi yapmanın çok zor olduğunu görebiliyorum artık. Çünkü orada da sınırlar var, o sınırlarla nasıl başa çıkacaksın, bazı aşılmaması gereken çizgileri nasıl aşmayacaksın veya öznel olarak o kişiyle kendi mesafeni nasıl koruyacaksın? Bence bu meseleler belgeseli gerçekten kendi başına zorlayıcı bir üretim alanı haline getiren şeyler.
İlk uzun metrajlı filminizin bir belgesel olacağını önceden tasarlamış mıydınız yoksa Ömer Kavur’un da üzerinde sıkça durduğu “sinema yolculuğu” mu sizi buraya getirdi?
Evet, öyle oldu. Belgesel yapmayı düşünmüyordum, kurmaca yapmayı düşünüyordum. Hatta bir projem vardı. Sonrasında yavaş yavaş bu fikir kendi içimde yoğunlaşmaya başladı. Burada Ömer Kavur’un kişiliği ile alakalı büyüleyici bir taraf oluştu. Ben yavaş yavaş onu anlatılması gereken bir karakter olarak görmeye başladım bir noktada. Onun ne kadar katmanlı ve çelişkileri, dertleri olan bir karakter olduğunu görmeye başladıkça bu tarafa kaydım. “Bir belgesel yapayım da Ömer Kavur’u anlatayım” olarak değil; bir karakter var ve bu karakterin bir filmini yapmalıyım diye düşünerek, sanki bu bir senaryoymuş gibi ele alarak başladım. Bu noktada kurmaca ve belgesel ayrımı da kalkıyor zaten, sadece bir film yapmak istiyorsun. Bir karakteri, bir insanı anlatmak istiyorsun.
Bu bahsettiğimiz karakterin yaşanmışlıklarına dair bir soru sormak istiyorum. Kavur’un sıkça üzerinde durduğu, yaşadığı zamana ait sinemaya dair taşıdığı ahlaki kaygılar, bir film üreticisi olarak bugünden baktığınızda sizin kendi sinema perspektifinizde nasıl bir yer buluyor?
Aslında bu hepimizin ortak kaygısı. Hala aynı dertleri yaşıyor oluşumuz bana çok garip geliyor. Film yayınlanmadan önce kurgu aşamasında fikir almak için kendi çevremdeki insanlara sorduğumda hepsinin ortak olarak söylediği şey Kavur’un 30 yıl önce yaşayıp düşündüğü şeyleri bizim de hala yaşıyor oluşumuzdu. Bu biraz da sinemanın ticari tarafının hiçbir zaman yok olmamasıyla alakalı bir şey. Çünkü Yeşilçam filmi yapması ve seyirciye ulaştırabilmesi zor bir sektördü ve hala aynı şeyler söz konusu. Filmi yaparken aslında sonucun ne olacağını düşünerek hareket etmek o kadar zor ki. Film izlenecek mi veya bir yerlerde gösterilebilecek mi kaygısı sanatçıyı içten içe o kadar yıpratıyor ki ben Ömer Kavur’un yaşadığının ve bizim de hala yaşamakta olduğumuz durumun bu olduğunu düşünüyorum.

Ömer Kavur film yaparak anılarını bulmaya çalıştığını söylüyor. Sizin için de sinemanın geçmişle bağlantı noktaları var mı? Bir anı, bir film yapmaya bedel olabilir mi?
Bu film özelinde kendi açımdan bunu söyleyemeyeceğim. Bir anı bir film yapmaya bedel olabilir ama Kavur için bu böyle işlemedi. Kavur’da tersyüz oldu bu süreç. Ben film yaparak bazı anılarımı ve geçmişten bugüne gelen düşüncelerimi anlamlandırabileceğimi fark ettim. Filmin en temel bahislerinden birisi yaşadığın yeri sevmek ve ait hissedebilmek. Buradaki hikaye bende de böyle işledi. Bu filmi çekerken yirmiye yakın şehir gezdik, bir sürü terk edilmiş kasaba gördük ve o sırada yaşadığım yerdeyim, buradayım hissi bende çok güçlendi. Yaşadığım yere biraz daha ait hissetmeye başladım filmi yaparken. Örneğin, İstanbul’dan, kalabalığından veya koşuşturmacalı hayatından memnun değiliz; ancak caddede yürürken kafamızı kaldırıp baktığımızda 150 yıllık bir bina görüyoruz, o bina ya harabe ya da hala orada oturan birileri var içinde. Bu bana “evet, burada hala bir hayat var ve ben de bu hayatın bir parçasıyım” hissi veriyor. Bir noktada olduğum yerle, buradaki hayatımla bir barışma imkanı sunuyor bana.
Burada filmdeki o “Elbette bizden daha mutlu memleketler ve vatandaşlar vardır” kısmı geldi aklıma.
Evet orada da tam olarak aynı mesele var. Tanpınar’ın Huzur’undan o epigraf. O cümle hatırladığım kadarıyla şöyle devam ediyor: “Ancak bunu inkar etmek daha büyük bir hezeyana sebep olur.” Biraz şöyle: evet başka yerlerde bizden daha mutlu insanlar var ve bizden daha huzurlu hayat sürüyorlar ama biz de burada yaşıyoruz ve kendi yaşadığımız yere biraz olsun ait hissedebilmek bizi de rahatlatabilir diye düşünüyorum.
Bu biraz da inançlı olmaktaki ferahlığa yakın bir durum sanki. Teslimiyet içerisinde inanç taşıyan bir insanın hayatın yaşanabilir taraflarını görebildiği gözlemlenir genel olarak. Ait hissedebilmek de aynı şekilde burada olarak, ait hissederek, başka mutlu memleketleri düşünmeyerek yaşayabilme olanağını insanlara sunabiliyor gibi.
Aynen öyle, az önce dediğim yere döneceğim. Bir hayat var. Biz hep burada sıkışıp kaldık, İstanbul berbat durumda diye düşünebiliyoruz. Evet öyle, hem politik hem de sosyal bir baskı altındayız ama hala kafamızı kaldırıp baktığımızda bizden önce de bir yaşamın olduğunu ve bizim de o yaşamın devamı olduğumuzu görebiliyoruz.

Bu filmin bize aslında biraz da belgesel ve kurgu film arasındaki o bir aradalığı iyi bir yolla gösterebildiğini düşünüyorum. Sizin açınızdan bakıldığında bu iki türün nasıl bir ayrımı veya bağlantı noktaları var?
En temelde bence hiçbir ayrımı yok. Bu fikrim filmi çekerken daha da güçlendi. En nihayetinde bir karakter anlatıyoruz. Kurmaca filmde nasıl gerçek bir insanın röprodüksiyonunu yapmaya çalışıyorsak ve onun tutarlı bir karakter olmasını sağlıyorsak belgeselde de aynısını yapmaya çalışıyoruz.
Genel olarak belgesel kavramından uzaklaşıp hepsi birer filmdir diyebiliyor musunuz?
Evet diyebiliyorum. Çünkü bir belgeseli de izlesem bir kurmaca filmi de izlesem aynı hisleri yaşamak istiyorum. Kurmaca filmde nasıl bir mekanın ve zamanın akışını hissetmek istiyorsam aynı şekilde bir belgeselde de bunu görebilmek istiyorum. Bir belgesel bunu başaramayabilir ve bu onu kötü bir film yapabilir ama bir belgesel bunu başarabiliyorsa bence onu kurmacadan ayırmak çok gereksiz olur. Aslında biz iki saatlik bir filmde seyirciyi zamana inandırmaya çalışıyoruz, bunu yapabildiğimiz sürece film filmdir.
Peki bu ayrımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Buna bir varsayımla cevap vereceğim. Sinema içinde yaşadığımız yüzyılda yeni yeni ortaya çıkıyor olsaydı bu ayrım olur muydu emin değilim. Sinemanın ilk zamanlarında belgesel dediğimiz şeyin işlevi çok daha farklıydı. Belgesel filmleri insanlar bir haber filmi olarak, kurmaca filmi ise eğlenmek için izliyorlardı. Şu an insanlar sadece bir hikaye görmek istiyorlar. Ben şu an bile bununla mücadele edilmesi gerektiğini, bu ayrımın ortadan kalkması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu belgeseli hem sömüren, hem de politik doğrucu ve çıkarcı bir noktaya getiren bir şey.
Bu şekilde bir tutumun belgeseli sinemanın dışına çıkarttığından söz edebilir miyiz?
Evet, bahsettiğim noktadan kaynaklı olarak güncel politik ve politik doğrucu kaygılarla belgeseller yapılıyor şu an. Hem buna sebebiyet veriyor hem de görüyoruz ki bir festivalde kurmaca filmlerin müziği, kurgusu, sinematografisi ayrı ayrı değerlendirilmeye alınırken belgesel filmler için böyle bir durum yok. Kurgusu yok mu bu filmlerin? Biz Kavur’da 8 ay kurgu yaptık ve harcanan emeği anlatamam. Bu neden dikkat çekmesin? Sanki bu bir film değil ve kurmaca filme harcanan emek ve iş dalları burada yok gibi davranılıyor. Bu çok ötekileştirici bir durum. Bunun yıkılması gerekiyor. Yurt dışındaki festivallerde biraz daha karma seçkiler yapılabiliyor ama Türkiye’deki festivallerde henüz böyle bir gelişmeden bahsedemiyoruz.
Görülen o ki Türkiye’de belgesel yapımına dair son yıllarda yoğun bir çaba söz konusu. Bununla beraber özellikle dijital platformlarda popüler kategorilerde kendilerine yer bulabilen ve gelişmekte olduğu düşünülen bu belgesel yapımların sizin açınızdan nasıl bir yeri var?
Evet öyle oldu. Özellikle 2020 yılı sanırım, belgesel anlamında önemli bir yıl olmuştu “Maddenin Halleri” ve “Mimaroğlu” belgeselleri ile. Belgesele yükselen bir ilgi var ama bu ilgi sürdürülebilir mi veya sürdürülebilirse ne kadar nitelikli sürdürülebilir bundan emin değilim. Bir yandan ilgi var ama bir yandan da “hadi şunun belgeselini yapalım, çok tutar” gibi fikirlere de rastlıyorum. Bu böyle bir şey değil, böyle olmamalı. Burada bir film yapma önceliği olmalı, belgesel yaparken en azından sinemaya ait değerleri koruyabiliyor olmalıyız.
Bu bahsettiğimiz belgeseller özelinde bunun yapılabildiğini düşünüyor musunuz?
Evet düşünüyorum. Ayrıca adını duysak da duymasak da ülkemizde gözden kaçmış çok iyi belgesellerin yapılabildiğine rastlıyoruz. Ama tabii ki sayıları az. Bu sayının az olmasının sebebi de hem belgeselleri fonlamak zor hem de belgeselin görünürlük imkanları daha kısıtlı.
Böyle bir süreçte, özellikle ekonomik sıkıntıların had safhada olduğu ve özellikle sinemaya ait teknik vasıtaların dolar sebebiyle tavan yaptığı bir ülkede ilk uzun metrajını yapan bir yönetmen için tahmin edilir ki birçok imkan istenildiği gibi karşılanmıyor ve bu sebeple filmlerin yapımı da mecburen uzun zamana yayılıyor. Sizin için de bu durum böyle mi oldu ve eğer öyle olduysa bunca zaman boyunca filminize ve belgeselini yapmakta olduğunuz Ömer Kavur’a dair düşüncelerinizde değişimler fark ettiniz mi?
Evet maddi imkansızlıklar süreci uzatıyor. Ben yine de Kavur’u çok uzatmadığımızı düşünüyorum. Kavur’u çok küçük bir ekiple yaptık. Hatta filmin büyük bir kısmında iki kişiydik çekimlerde. Bunun açtığı kapılar var. Çok hızlı hareket edebiliyorsun, çok büyük bir maddiyata ihtiyacın olmuyor, hızlı kararlar alıp uygulayabiliyorsun ama bunun eksileri de var. Teknik olarak filmi iyi bir seviyeye çıkartabilmek zorlaşıyor, burada da işte o maddi kaygılar devreye giriyor. Bu bir denklem. Her filmin yapımı kendine özgü bence. Dolayısıyla yapmayı düşündüğümüz filmin nasıl yapılabileceğine en başından karar verip ona göre hareket etmekte fayda var. Çok zorluk var, bunun kesinlikle farkındayım ama bunlar aşılamaz şeyler değil. Ben o yüzden “film yapamıyorum” duygu sömürüsünden hoşlanmıyorum. Bir şekilde film yapılabilir. Bunu herkesin cebinde telefon var gibi saçma bir romantizmden söylemiyorum ama zorlukları aşmanın bir şekilde bir yolu oluyor, bu yolun ne olduğunu arayıp bulabilmek önemli sadece.

Filmdeki imajlara da değinmek istiyorum. Birçok kare aslında seyirciye kusursuza yakın bir manzara veya yoğun bir estetik vadediyor. Bu plan tercihleri sizin kendi sinemaya ait estetik algınızın bir çıktısı mı yoksa Ömer Kavur filmlerinin bu tercihlerde bir etkisi oldu mu?
İkisi de diyebilirim. Ben genel olarak “landscape”leri çok seviyorum ve burada iyi bir kompozisyon kurmanın daha zorlayıcı ve daha yoğun bir mücadele gerektirdiğini düşünüyorum. Örneğin gündelik hayatta bile, gözümüzle gördüğümüz ufak tefek nesnelerde ve detaylarda çok daha rahatız; ama bir şeylere daha uzaktan bakmaya çalıştığımızda işin içine görmemiz, anlamlandırmamız ve yorumlamamız gereken birçok şey giriyor. Benim sinemaya, imajlara ve film diline bakış açım bu şekilde. Bunun Ömer Kavur etrafında olan etkisi ise şöyle; filmin neredeyse her sahnesinde aslında Ömer Kavur’un dünyasını, manzaralarını ve imajlarını röprodüksiyon etmeye çalıştık. Dolayısıyla böyle bir etkiden bahsedebiliyoruz. Filmin yapısı bile en temelde böyle oluştu. Filmin bir feribot yolculuğu ile başlamasının sebebi Ömer Kavur’un “Gece Yolculuğu” filminin bir feribot yolculuğu ile başlaması. Bir tren yolculuğu ile bitmesinin sebebi de “Akrebin Yolculuğu” filminin aynı şekilde bir tren yolculuğu ile bitmesi. O görsel dünyayı ona göre kurmaya çalıştık ama ben o dünyanın parçalarını kendimce görmeye çalıştım. Bir noktada da aslında ne kadar kendimce görmeye çalışsam da birçok şeyi Ömer Kavur gibi görmeye çalışıyorum.
Filmdeki müzik kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Müziğin belirli yerlerde var olan atmosferi yoğunlaştırdığını düşünüyor musunuz? Sizce filminizde veya genel olarak sinemada müziğin böyle bir etkisi var mı?
Sinemada müziğe karşıyım gibi bir düşüncem yok. Kavur’un müzik kullanımını abartılı bulanlar oldu, ben pek öyle düşünmüyorum. Çünkü filmin görsel olduğu kadar işitsel de bir dünya kurmasını çok istedik. Ses tasarımında da bunu çok dikkate aldık çünkü insansız mekanlar üzerine yoğunlaştığımız için o mekanları üç boyutlu bir hale getirebilmek adına ses çok önemli bir işlev görüyordu. Bunu bazen ortam sesleri ile bazen de müzikle yapmaya çalıştık. Müziğin Kavur özelinde duyguya katkı sağladığını düşünüyorum. O noktada da Ömer Kavur’un kendi filmlerindeki müzik dilini ve yapısını canlandırmaya çalıştık.
Aslında genel olarak kullanılan müziğin sizin açınızdan filme nasıl bir katkısı oldu onu merak ediyorum.
Ben aslında bu filmi hep bir yol filmi olarak kafamda kodladığım için müziğin de bence en temelde o yolculuk hissi ve yolculuktaki zaman akışı ile alakalı bir işlevi var filmde. Müzikle geçen zaman bendeki yolculuk hissini güçlendiriyor, en temeldeki müzik kullanım pratiğim bu oldu.

Film içerisindeki anlatıcıların rolünü tam olarak nasıl kurguladığınızı merak ediyorum. Özellikle seslendirme açısından zihninizdeki karakterlerle filmdeki sesler uyuşuyor mu?
Evet uyuştu. Ben filmi direkt olarak iki anlatıcı ile kurmuştum. Kadın anlatıcının nitelikleri zaman içerisinde değişim gösterdi ama film en baştan beri birbirleri ile diyalog içerisinde olan iki anlatıcı ile kurgulanmıştı. Bunlardan biri Ömer Kavur. Diğeri ise Ömer Kavur filmlerinde rastlayabileceğimiz, onun karakterlerine yakın ve arayış içerisinde olan bir kadın. Bu durumun filmi bir yol hikayesine daha da yaklaştırdığını düşünüyorum. Sanki iki kişi yola çıkmış ve biz de onları izliyormuşuz gibi. Ayrıca filmin irdelediği meseleleri de daha tartışılabilir kıldığını düşünüyorum. Anlatıya dair katkısı böyle. Daha teknik bir yerden, şu anki filmin sesleri ile ilk başta kurduğum sesler farklıydı, daha genç bir kadın sesi vardı ve Ömer Kavur için daha yaşlı bir erkek sesi tasarlamıştık ama zaman içerisinde bunlar değişim gösterdi. Şu an Funda Eryiğit ve Cem Yılmaz’ın seslendirmelerinden oldukça memnunum. Bunun filmin algılanışını da etkilediğini düşünüyorum. Çünkü izleyici belgeseli izlemeye gittiğinde belirli bir ön yargı ile gidiyor. Hayatını kaybetmiş erkek bir yönetmenin filmini izleyeceği zaman direkt kafasında yaşlı bir adam sesi canlanıyor. Biraz bunu kırıp, izleyici daha kurmaca bir hikâye ile karşılaşacakmış ön kabulü ile veya bu merakla gelsin istedik.
Anlatıcı rolündeki oyuncuların son derece popüler figürler olduğunu görüyoruz. Özellikle ilk uzun metrajını yapan biri olarak Cem Yılmaz gibi bir ismin filminizde yer alıyor olması sizin açınızdan nasıl bir karşılığı var merak ediyorum. Bu isimlerin filmin önüne geçme ihtimalini düşündünüz mü veya bu durum sizi kaygılandırdı mı?
Kaygılanmadım çünkü Cem Yılmaz’ın ismi ilk netleştiğinde bu durumu düşündük. Nasıl çalışacağımıza veya bu isimleri bu filmde nereye koyacağımıza dair tüm sınırları önceden belirledik. Bu filmin bir Ömer Kavur belgeseli olduğu, bizim yapmış olduğumuz filmin önüne geçmesinden bile ziyade filmin öznesinin önüne geçmemesine dair sınırlar çizildi. Bunun bir Ömer Kavur belgeseli olacağı ve parlatılması gereken kısmın bu olduğu konuşuldu. Bu noktada bu insanların Yeşilçam’a ve Yeşilçam sanatçılarına gerçekten samimi bir sevgileri olduğu için, bu konuda hemfikir olmakta hiçbir sıkıntı yaşamadık.

Festivallerin filmler için bir temsiliyet görevi gördüğünü düşünüyor musunuz? Özellikle siyasi zihniyetin sanatın her alanına müdahil olma gayreti içerisinde olduğu bir ülkede bu durum festivallerle filmlerinizi paylaşmak konusunda size ne düşündürüyor?
Evet böyle bir temsiliyet görevi olduğunu düşünüyorum. Ama bahsettiğin siyaset- festival ilişkisi dışarıda da farklı değil ki. Berlin Film Festivalinin açılış konuşmasını Zelenski’nin yapması örneğin… Ben festivallerin, filmin görünürlüğünü arttırmak konusunda büyük bir etkisi olduğunu düşünsem de şu an bildiğimiz ve kabullendiğimiz festival yapısı doğru mu? Bu çok daha kökende olan bir soru. Yanlış ise, ki bence yanlış, festivallerin yapısı dünyanın her yerinde yanlış. Ben Zelenski’nin Berlin’de çıkıp konuşma yapmasını, Sean Penn’in filminin özel gösterime alınmasını veya iki senedir her festivalde bir Ukrayna filminin ödülle dönmesini kabullenemiyorum. Ukrayna sadece şu an gündem dolayısıyla bahsedilen ülke, başka herhangi bir ülke hiç fark etmez. Türkiye özelinde de festivallerin, hükümetin sansür politikasından ve sanata bakışından azade olmadığını düşünüyorum ve bunu her sene çok açık bir şekilde görüyoruz. Değiştirebileceksek bunu en temelden değiştirmemiz lazım.
Festivalde filmi gösterilecek olan bir film yapımcısına sorulması gereken sorulardan birinin de festivalin bilet politikası olduğunu düşünüyorum. Özellikle sosyal medyada, bu fiyata bilet satarak sinemanın yalnızca belli bir kesime hitap ediyor olması kısırlığı etrafında fazlasıyla insanlardan tepki aldı. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok pahalı, kesinlikle bir festival biletinin fiyatlarının ülkenin ekonomik durumu ne olursa olsun bu seviyelerde olmaması gerekiyor. Bu eleştirileri destekliyorum ve bu eleştiriyi bizzat ben de yapıyorum. Sadece son zamanlarda vizyonda gösterilen filmlerin bilet fiyatlarının da çok pahalı bir hale geldiği dikkatimi çekiyor. Gösterim kısmının dinamiklerine çok hakim değilim, öyle bakınca ve rasyonalize etmeye çalıştığımda ekonomik şartlar etrafında bir biletin bu fiyata denk gelebildiği gözlemlenebiliyor. Ama yine de festivallerin bilet fiyatları aracılığıyla filmi insanlara daha ulaşılabilir kılması lazım. Bunun işlevini üstlenmesi lazım. Farkı bu olması gerekiyor. Fakat ayrıca İstanbul’daki bir diğer festivalin bilet fiyatları çok ucuz, bunu herkes de biliyor ki bu hükumet destekli bir festival. Büyük ihtimalle oraya çok yüksek miktarlarda fon akıyor ve bu sebeple biletler de ucuza satılabiliyor. Özel kurumların düzenlediği festivallerde böyle bir şey olmasını bekleyemiyoruz ancak yine de festivali düzenleyenlerin bu doğrultuda elinden geleni yapmaları gerektiğine inanıyorum.
Festivalin bilet fiyatlarını yükselterek belli bir kesime hitap etme veya elitist bir konumda durabilme amacı olabilir mi sizce?
Bence festival mantığının kendisi elitist bir mantık. Sinemaya gidip ana akım filmleri izleyen bir seyirciye hitap etmiyor festivaller zaten. Bu yüzden festivalin elitistliği fiyattan bağımsız bir durum. Ben pek öyle bir amaç olacağını düşünmüyorum. Bunun bilet fiyatları konusunda yeterince mücadele edilmediği için zorunlu hale gelen bir politika olduğunu düşünüyorum
Bundan sonrası için düşünceleriniz neler? Bu filmin izlediği yol ile birlikte ve artık daha da duyulan yönetmenliğiniz aracılığıyla bundan sonra film yapım süreci sizin için daha ferah bir zaman dilimi olabilecek mi sizce?
Sanmıyorum, bence film yapım süreci önünüzde sonsuz imkanlar yoksa hiçbir zaman ferah olmuyor. Bu filmin ileride benim için bir şeyleri kolaylaştıracağını düşünmüyorum. Sadece benim kendimle olan yarışıma bir sebep oluşturabilir. Bir sonraki filmde anlatmak istediğim hikayeyi bir öncekinden daha iyi anlatma, sinemanın olanaklarını nasıl daha iyi kullanabilirim gayretinde olurum. Teknik olarak böyle bir kolaylık sağlayabileceğini pek düşünmüyorum. Çünkü ne olursa olsun film yapmak zor, Türkiye’de daha da zor.
Son olarak sözü size bırakıyorum. İzleyiciye söylemek istediğiniz bir şeyler varsa duymak isteriz.
Bu filmi yaparken hep Yeşilçam’da yapılan sinemanın ya tu kaka ya da karikatürize edildiğini gözlemledim. Bunun böyle olmaması gerektiğini düşünüyorum. Oradaki sanatçıların, yönetmenlerin detaylı bir akademik okumaya tabii tutulmaları gerektiği kanısındayım. Türkiye Sinemasına biraz da bu gözle bakabilmek çok güzel olur.
Verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ederim. Sizin de izniniz olursa röportajımızı filmde geçen ve Ömer Kavur’un da çok sevdiğini anladığımız Tanpınar’ın “Her Şey Yerli Yerinde” şiirini okuyucuya sunarak bitirmek istiyorum.
Ben teşekkür ederim, tabii ki. Mükemmel bir şiir, şiirden de öte bir şey.
Röportaj: Enes Serenli
30 Mart Perşembe, Beyoğlu, İstanbul

Her Şey Yerli Yerinde
Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış eviHer şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Ahmet Hamdi Tanpınar
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda.

Yorum bırakın