Bir film üzerine konuşmanın birçok yolu vardır ve filmler hakkında konuşan da birçok insan vardır. Eleştirmenler, yazarlar, filozoflar, psikiyatristler, izleyiciler hatta ressamlar ve mimarlar… Ancak yaratıcısı, bunu tek bir yolla yapar: kendini anlatarak. Bu kolay olabileceği gibi zor da olabilir. Benim için ise anlatmak imkansız. Üstelik, bir yönetmen kendisine veya işine dair ne anlatırsa anlatsın, bunun, filmin kendisini anlayabilmemizde yardımcı olamayacağına inanmış durumdayım, hele de söz konusu eski bir filmse. Bu yüzden, çekim sırasında, film etrafında neler olup bittiğini bölüm bölüm hikayeleştirmek daha iyidir. Bu belki daha aydınlatıcı olacaktır fakat her halükârda bölük pörçük ve tamamlanmamıştır. Filmler böyle mi yapılır?

Hayır, böyle değil. Ancak L’Avventura’nın zamanında böyleydi. Kasırga ile başlayabilirim, yaklaşıp denizin üstünde parlayıverişini, şapkası bulutlar arasında kaybolmuş çok uzun boylu bir mantar gibi gökyüzünde kayıplara karışmasını gördüğümde kameramana hemen kamerayı alıp bunu çekmesi için nasıl da bağırmıştım. Ama Monica Vitti korkuyordu; bu yüzden de bizim için çalışan bir balıkçı ona kasırgayı nasıl keseceğini bildiğini söyledi. Seneler önce, bir noel gecesi kilisedeyken babası ona sihirli sözleri söylemişti. Hakikaten de, o sözleri dile getirince kasırga yok oldu. Öfkeliydim, çünkü o kasırga tam olarak ihtiyaç duyduğum şeydi, adadaki muammayı dönüştürmeye yarayacak etkileyici bir plastik malzeme. Ertesi gün, balıkçıyı kovasım geldi ama kovmadım. Balon gibi şişen yanağını rüzgardan esirgesin diye kafasının çevresine bir bandaj sarmıştı. Kasırgayı dindirerek Tanrı’yı oynayan balıkçıya, ilahi adalet, bir diş ağrısı olarak geldi.
Ama belki de tüm bunların Aeolian Adaları’ndaki Panarea’da gerçekleştiğini ve her sabah Panarea’ya yirmi dakikalık mesafedeki Lisca Bianca kayalığına tekneyle çekim yapmaya gittiğimizi belirtmeliyim. Deniz durgun olduğunda, sis kümelerinin ortaya çıktığını ve suda pek çok kükürtlü baloncuğun çözüldüğünü görebilirsiniz. Ama hiç durgunlaşmazdı, deniz hep fırtınalıydı. Hepimiz Lisca Bianca’ya yaptığımız o kısa yolculukta kelimenin tam anlamıyla yaşamlarımızı riske atıyorduk. Sanırım ondan, o denizden nefret etmeye başladım.
Yolcu gemileri hizmetlerini durdurmuştu, biz de keçiboynuzu taneleri ve küflenmiş kurabiyeleri yiyorduk. Adada yabani tavşanlar vardı ama onlar da hastaydı. Ücreti karşılığında bile sigara yoktu. Bir yerden sonra, işçiler greve gitti ve Roma’ya dönmeye karar verdiler ancak yolcu gemileri hizmete girene kadar gidemediler. Biz de aynı tekneyle geleceği düşünülen başkalarını işe almak mecburiyetinde kaldık. Eğer yanılmıyorsam, bu yaklaşık bir ay sonra gerçekleşti ancak iki grup teknede karşılaştılar ve ilk ekipten işlerin ne durumda olduğunu öğrenen ikinci ekip gemiden inip karaya ayak basmadı bile. Geride altı yedi kişi kaldık: oyuncular, kameraman, yapımcı ve asistanlarım.

Omuzlarımıza kameraları ve ışıklandırmaları yüklenip denizin dimdik yukarısına platformlar kurmayı öğrenmiştik. Bir gece deniz, Panarea’ya dönmemizi engelledi ve biz de kayalıklarda kamp yapmak mecburiyetinde kaldık. Biz tam gemiye binmeye çalışıyorduk ki sallardan biri dalganın çarpmasıyla şamandıralardan kopup üstündeki iki adamla beraber akıntıya kapıldı. Geceyi, bu iki kabusun bitmesinin insafına kalmış vaziyette, deniz denen cehennemi seyrederek geçirdim. Dalgaların karşıki kayalıklara vuruşunun sesini duyabiliyordum ve ay ışığıyla aydınlanmış, seksen metrelik bir sıçrama ile hani neredeyse bana kadar gelecek serpintileri görebiliyordum. Şafak vakti, bitkin iki adamla birlikte sal kurtarıldı. Gökyüzü açıktı, güneş parlıyordu ve deniz biraz daha sakinleşmişti.
Ayrıca şunu da hatırlıyorum, iki ay süren çekimden sonra telaşlı kalabalığı görmek için Lipari’ye geçmiştik ve sanki bir vadinin eteklerindeymişiz gibi dalgaların bize doğru gelişini seyrettik. Bizimki gibi küçük bir teknenin kayalıklara çıkabilmesi imkansız görünüyordu. Yine de virajları dönen bir araba gibi dalga üstüne dalga sonrasında bunu başardık. Telaşlı kalabalığı gördük, bana korkunç geldi.
Panarea’dan en azından kıtaya telefon edebiliyordunuz. Amerikan savaşından arda kalan biri alıcı biri verici iki radyo vardı. Onlara enerji sağlayan motor, eski model arabalarda olan el jeneratörlerinden biriydi. Jeneratörü çalıştıran postacının kolu genelde askıda olduğundan ne zaman çalıştırsa motoru kırardı ama onun iyi olduğu zamanlarda radyoyu kullanıp iletişim kurabiliyordunuz. Adada kimin taşınabilir radyosu varsa vericinin dalga boyunu ayarlayarak konuşmaları dinlerdi. Böylece herkesin ahvali ortalıkta dolaşır oldu. Panarea’nın küçük sokakları son ses aşk sözleriyle ve imalarla dolup taşardı. Aynı benim, yeni bir yapımcı bulana kadar bu kadar uzun süre geçtiği için Roma’ya olan yaklaşımım gibi. Bir önceki yapımcım, daha ilk sorunda ortadan kaybolmuştu ve bizim arkamızda duran kimse de yoktu artık. Ama umurumda olmadı. Yirmi metrelik filmim yanımdaydı, çekmeye devam edebilirdim. Başka bir sorunla uğraşıyordum: filmin gerçeklerini nasıl anlatabilirdim ve öteki gerçeklikleri (zihnimin kıyısında köşesinde kaynaşıp böyle bir güçle itişen) nasıl susturabilirdim?
Elbette, acılarımı ve endişelerimi, böyle saçma bir yaşamı ve çalışma biçimini dayattığım için hissettiğim mahcubiyeti iş arkadaşlarımdan gizlemeyi tercih ederdim. Eğer sinema buysa, sinema neydi?

Bazı filmler zevklidir bazı filmler de can acıtır; bazıları aydınlık bazıları can sıkıcıdır. L’Avventura ise bir acıdır; genel olarak acı veren bir filmdir. Sona eren veyahut doğar doğmaz bir son biçtiğiniz hislerin acısıdır. Bütün bunlar etkilenimden uzak durmaya çalışarak arındırdığım bir dilde anlatılageliyor. Onlar, ‘’gerçekliğe bağlı kalarak, mekan zaman birlikteliğine gerilimli bir ritimde eklemlenmiş bir film’’ olduğunu söylüyorlar. Bunlar benim kelimelerim değil. Böyle şeyler söylemek için elimde çok az kelime var.
Bir örnek vereceğim: Filmi gördükten sonra, herkes merak etti, Anna’ya ne olmuştu? Senaryoda Anna’nın arkadaşı Claudia’nın, adada diğer arkadaşlarıyla olduğu bir sahne vardı, daha sonra bu sahne kesildi ama niye kesildi hatırlamıyorum. Kızın neden ortadan yok olduğuna dair olası tüm tahminleri yaptılar ama hiç yanıt gelmedi. Bir anlık suskunluktan sonra biri dedi ki: ‘’belki basitçe boğulmuştur.’’ Claudia aniden ona dönüp sordu: ‘’basitçe mi?’’
Hepsi birbirine bakakaldı, dehşete kapıldılar.
Budur. Filmin anlamı işte bu dehşettir.
Michelangelo Antonioni
Çeviri: Keda Bakış

Yorum bırakın