Açılan tüm kapılar, nereden gelir bilinmez, varlık ile yokluk arasındaki tüm duygular, aynı evin etrafındaki çocukluğu besleyen anlar, anılar, yeşillikler, ağaçlara sarılmalar, çimene yatmalar, pantolonu sarartmalar, eli bala bulamalar, damlayan sular, büyük işi yapmak için makas tutmalar, biçilen otlar, gördüğün rüyayı hayra yormalar, soyutlanan imajlar.

Bir film ile tanışmanın, kendin için yeni bir sinema ile buluşmanın en özel yollarından biri de arkadaş aracılığıyla, tavsiyesiyle yeni bir kapı keşfetmek ve o kapıyı aralamaktaki güzellik oluyor. Bu yazıda bahsedeceğim 50 Feet of String (1995) filminin yönetmeni Leighton Pierce ile pek yakın bir arkadaşım sayesinde, icra ettiği ve acaba nasıl olabilir diye bolca düşündüğümüz, belki de konjonktürel anlamda en bağımsız sinema yolculuklarından birine ulaşabilmesi üzerine konuşuyorduk. Pierce’ın yaptığı filmleri Vimeo hesabından direkt olarak izleyicisi ile buluşturması (özellikle son filmlerini) ve sinemanın izleyiciye ulaşımı adına kullanılan birçok yolu kısmen reddediyor oluşu bana sanki o hep hayalini kurduğum kendin için film yapabilmek ve bunun tatminini dış koşullardan bağımsız yaşayabilmek durumunun bir göstergesi gibiydi. Tabii bunlar benim ona karşı kısmen kişisel tahminlerde bulunduğum ve belki de yanıldığım ama yanılmaktan da mahcup olamayacağım düşüncelerim.
Filmi izledikten sonra hakkında yazmak ve yazmamak arasında çok defa gidip geldim. Çünkü film, belki de sinemanın en temel halini gözlerime bulaştırabiliyor. Film sayesinde kendi içimdeki söze olan inancı bile reddeder oluyorum. Film, benim adıma sanki o başlangıçta var olan söze kafa tutuyor. Bunu düşünüyor olmamdaki en büyük sebep büyük ihtimalledir ki artık üreticileri ve dağıtımcıları tarafından hakkında konuşulabilmesi, yazılabilmesi, pr. nesnesi olabilmesi için anlam gevezeliğine, açık kapı aralamaya ve üzerine okumalar yapılmaya fazlasıyla alet edilen filmlerden ziyade, önce gözlerime temas edebilen, ardından gördüğümü duyabilme gereksinimini bana sağlayan ve sonra zihnimde keyfini sürebildiğim bir belirsiz rüyayı kollarıma bırakıyor oluşudur. Pierce bu film ile sadece imajlarla ve seslerle hayatın tekrarlanan ritimlerini sanki her seferinde yeni bir gün yaşıyormuşçasına, zaman geçiyormuş ve yarınlar varmışçasına önümüze sinema seriyor. Ne kadar ferah bir yol değil mi?
50 Feet of String, kendi içerisinde 12 bölümden oluşan ve bir müzik parçasının temsiliyetinden geri durmayan, hatta bilakis müziğe karşı yakınlık besleyen, adeta izleyiciye kontrpuan izlenimi sunan bir film. Sadece gün ışığına emanet edilen film, günlük rutini sağlayabilmek adına, belirli bir evreye kadar aynı günün birden fazla gün gibi yaşanabilmesine sebep oluyor. Pierce’ın da kendi filmini tanımladığı gibi: “pek çok yönden, kişinin erken çocukluk döneminden hatırlayabileceği bir tür kişisel anıya ayna tutuyor.” Buradan yola çıkarak vardığım nokta şu oluyor: film bir doğa temsili veya doğada geçen bir görüntü silsilesi sunmuyor. Film, kendi içinde soyutlamaları, belirsizlikleri ve aitsizliği ile sanki kendi doğasını kendisi oluşturuyor. Bu da tıpkı çocukluk çağına tekabül ediyor. Dış dünyadan habersiz, içine doğduğu, elinde kalan dünya ile belki de mecburi uyum içerisinde bir yaşam.

Filmdeki imajlar, sesle beraber açık uçlu imgelere dönüşüyorlar. Bu sebeple filmin ses özelindeki etkisi en az görüntüler kadar önemli bir hal alıyor. Bunun en özel sebebi de tahminim odur ki Pierce’ın eğitim hayatına ve kariyerine caz ile başlamış olmasıdır. Filmde de bunun apaçık etkileri görünüyor. Bir yanıyla keskin bir yanıyla flu görüntüler, aynı şekilde bir yanıyla açık ve doğrudan bir yanıyla da müziğe ve sese ait belirsiz ritimler eşlik ediyor. Daha sonrasında ise bu belli belirsiz ritmik anlar aslında filmin temel kompozisyonu oluşturuyor. Yani aslında yarı uyanık yarı uyur vaziyette dolaştığımız, ne yaşadığımızdan çok da emin olamadığımız ve dışarıdan algıladığımız kadarıyla eve döndüğümüz bir güne fazlasıyla benzerlik taşıyabilen bir sinemasal siluet ortaya çıkıyor.
Bu filmde sinemanın genel işleyişinden koparılan ve ana ögesinin, yani kameranın kullanımında da belirli açılardan fark edilebilir bir reddiye gözüme çarpıyor. Kamera, genel olarak kendisine belirli bir odak noktası seçiyor ve daima onunla beraber hareket ediyor. Yani izleyici, kendi kimliği olan bir kamera ile karşılaşıyor. Alan derinliği manipülasyonu ile doğal göz algımızı zedeleyebilen ve o kare formatındaki ekranda seçmemiz veya gözlerimizi hareket ettirmemiz gereken noktayı belirleyebilen bir film karşımıza çıkıyor. Bu durum esasen daha çok fotoğraf için yapılabilecek bir yorum veya odak noktası etrafından değerlendirilebilen görüntü estetiği için kullanılan bir yol olabiliyor. Yani, baktığımız fotoğrafta gözün ilk ulaştığı nokta ile film içerisinde, durağan değil hareketli görüntü eşliğinde sanki görülmesi gereken ve odaklanılması icap eden an, bizler için seçiliyor ve özgür iradenin dayanıksız kaldığı noktalar sinema ile tekrar gün yüzüne çıkıyor. Fakat Pierce’ın izlediği bu yol ile yapmak istediği şeyin bir algı yönetimi olmadığı çok belli. Bilakis, odak noktası var gibi görünse de (film boyu ekranda hareket eden ip silueti) belirsiz bırakılan ses ve müziğin eşliğinde, izleyicinin üzerine üzerine gelen o soyut görüntü dalgası aslında ortada hiçbir odak belirleyicisi olmadığını, filmin her bir izleyicisi açısından biricik bir konumda olabileceğini ve bu filmi ne kadar insan izlerse o kadar çok film ve fikir ortaya çıkabileceğini çok temiz bir biçimde gösterebiliyor. Bununla beraber imajın, izleyicinin gözleri önünde soyut dalgaların eşliğinde uğradığı değişim, yok oluşa yaklaşan ve asla belirsizliğini yitirmeyen, bir aradalığını sürdüren fakat neredeyse buharlaşma olarak nitelendirebileceğimiz o uçup gitme ve görsel sindirim hali de herkes için, her izleyici için o kapanıp giden gözlerde akla gelen hayati ve hayali görüntülere ulaşmak adına olanak sağlıyor. Burada dikkatimi çeken ve genel olarak her izlediğim filmde de ısrarla hoşuma giden bir durum var: görüntünün gitmesi ve arka planda imajlara biçilen seslerin devam etmesiyle beraber filmin ortaya çıkardığı siyah ekranla izleyicisine ferahlık sunması. Bu anlarda, özellikle sinemada değil de evde, odamda bir başıma bilgisayar ekranından filmi izliyorsam, siyah ekran her devreye girdiğinde arkada devam eden film sesleri eşliğinde kendimle karşılaşıyor olmam filmle aramdaki bağı daha da kişiselleştiriyor ve filmi kendimle bir arada görebilmeme, düşünebilmeme imkan veriyor.

Üzerinde sıkça durmayı tercih ettiğim ve bence filmin temel niteliğini ve “farklılığını” ortaya koyabilen bu belirsizlik, yönetmen Pierce’ın genel sinemasına bakılınca da fazlasıyla anlamlı bir unsura dönüşüyor. Pierce, izlediğimiz filmin içinde olanların, filmin dışında olan biz izleyiciler için hayal gücünde bir anlam kazanabilmesini ve zihinimizde, hafızamızda bu anları canlandırabilmemizi istiyor. Bir nevi izleyicisi ile muhatap halinde bir sinemanın savunuculuğunu yapıyor. Hatta kendisi, objektifin ortadan kalktığı bir sinema yapmak istediğini de söylüyor. Bu yol, direkt olarak sinema izleyicisini kendisini daha da özdeşleştirebildiği, kameranın ortadan kalktığı ve filmin, yapımcısı sayesinde daha da özgürleşebildiği bir sinemaya ulaştırıyor. Bir nevi araç yok oluyor ve filmin muhatabı, aralanmış perdenin hikmetine vakıf oluyor. Sinema, daha da ulaşılabilir, daha da var olabilir bir konumdan izleyicisinde yankı buluyor. Bu sebeple, izlediğimiz görüntüler ve duyduğumuz bu sesler film içerisindeki herhangi bir karenin analizi veya okuması ile tanımlanamaz hale geliyor. Açıkçası benim bu film hakkında yazı yazmama vesile olan durum da biraz bu. Çünkü film, her izleyici için kişisel bir deneyimin, öznel bir fikrin ve benceli ifadelerin kapılarını aralıyor. Hatta belki de hakkında yazılması konusunda bile şüpheye düşülebilecek, kimseyi yönlendiremeyecek ve izleğin etkisini sömüremeyecek bir alan sunuyor. O yüzden 50 Feet of String hakkında yazmam ve kendi fikirlerimi, gerçekten bana aitlermiş gibi okuyucuya sunabilmem adına bu film, düşünürken, yolda yürürken, film ile yakınlık kurabildiğim her an için içimden taşabilecek düşüncelerle ferah bir yol izlememi sağlıyor. Burada bana ait ve benimle var olan şeyleri görebilmek, sinemanın mucizesine ve neden diğer sanatlardan ve hayatın geri kalan her halinden daha kıymetli olabildiğini anlamama vesile oluyor.
En nihayetinde burada bir zaman ve mekan belirsizliği ile sinemanın sonu gelmeyen duygulara nasıl da uyum içerisinde eşlik edebileceğini çok net görebiliyorum. Uçsuz bucaksız demek istiyorum, uçsuz bucaksız bir filmin üzerimdeki etkisini ve fikirsel yolculuğuma katkısını asla yadsıyamam. Tam da bundan keyif alıyorum. Sinemanın beni götürüp getirdiği yerlerde nelerle karşılaşacağımı bilememek, olduğum mekandan sıyrılmak, asla olamadığım mekanlarla bağ kurmak ve en incelikli tarafı da temas etmek. Soyut görüntüler ve şiirsel manipülasyonlar aracılığıyla kendime, dış dünyaya ve daha önce varlığını hiç bilmediğim duygulara temas etmek. “Görmek, kaydetmek demektir” demişti Brakhage. Gördüm, kaydettim ve bundan sonrası için hayatıma tüm bu fikirlerin eşliğiyle ve gördüğüm rüyaların hasretiyle devam edeceğim.
Enes Serenli

Yorum bırakın