…Kurguda kurtarırız… Bu deyiş James Cruze, Griffith ve Stronheim için doğru olsa da Murnau ve Chaplin için işlemiyor, sesli filmle birlikte de geri dönülemez bir şekilde doğruluğunu yitiyor. Neden? Çünkü October (1927, Sergei Eisenstein) (ve Que Viva Mexico’da (1979) daha da) gibi bir filmde kurgu, yönetmenliğin tüm yüce dokunuşlarının üstündedir. Bu ikisi ritim ve melodi olmadan birbirinden ayırt edilemez. Aynı Mr. Arkadin (1955, Orson Welles) gibi Elena et les Hommes (1956, Jean Renoir) da bir kurgu örneğidir çünkü ikisi de -kendi türünde- yönetmenliğe (mise en scene) bir örnektir…

O halde, “hepsini kurguda kurtaracağız” tipik bir yapımcı cümlesidir. İyi bir kurgunun vasat bir filme getireceği en büyük şey, ilk olarak, yönetilmiş olma izlenimi olacaktır. Kurgu, ya hem züppeler hem de amatörler tarafından hor görülen muvakkati yüceliği gerçekliğin kendisine iade eder ya da şansı kadere çevirmeye muktedirdir. Halkın, haklı olarak “kesip biçmeyle” karıştırdığına daha görkemli bir övgü olabilir mi?
Eğer yönetmenlik göz gezdirmekse, kurgu kalbin atışıdır. Öngörmek her ikisine de mahsustur; fakat birinin mekanda öngörmeyi beklediğini diğeri zamanda arar. Diyelim ki yolda size çekici gelen genç bir kızla karşılaştınız. Onu takip edip etmemek konusunda tereddüt ettiniz. Saniyenin dörtte biri kadar. Bu kararsızlığı nasıl işlemeli? Mizansen, “ilk adımı nasıl atmalıyım?” sorusunu cevaplayacaktır. Fakat “onu sevecek miyim?” sorusunun önemini vurgulamak için bu iki sorunun da doğduğu o saniyenin dörtte birine hak ettiği özeni göstermek zorundasınız. O halde, bir fikrin ömrü ya da hikaye içerisindeki ani yükselişini tam anlamıyla ve açıkça ifade etmek mizansendense kurgunun sorumluluğundadır. Ne zaman? Kelime oyunu yapmadan, şartlar ne zaman bunu gerektirirse; sahnenin tam ortasında, arabeskin yerini şok efektinin alması gerektiğinde veyahut filmin olağan akışı bunu gerektirdiğinde, sahne değiştikçe, plot üzerine bir karakter tasvirinin sürempresyonu* gerçekleşirken. Bu örnekten de görüyoruz ki mizansenden bahsetmek aslında kurgudan bahsetmektir. Mizansenin etkileri kurgununkinden ağır bastığında ikincisinin güzelliği daha da parlayacaktır, büyüleyiciliğiyle öngörülemeyen sırları gün yüzüne çıkarmak, matematikte bilinmeyen niceliklerin kullanılmasına benzer bir işlemdir.
Montajın cazibesine boyun eğen herkes kısa planın cazibesine de kapılır. Nasıl mı? Bakışı oyunun merkezine koyarak. Bir bakışı kesmek pratikte montajın tanımıdır. En büyük tutkusu olduğu kadar mizansene boyun eğmesidir de. Zihnin ardından ruhu çekip çıkarmaktır, planın ardındaki tutkudur, mekan algısını yerle bir ederek kalbi akla egemen kılmaktır. The Man Who Knew Too Much’ın (1956, Hitchcock) yenilenen versiyonundaki ünlü halile* sahnesi bunun en güçlü kanıtıdır. Bir sahnenin ne kadar sürebileceğine karar verebilmek başlı başına çekim yapmanın problemlerinden biridir. Akıllıca yönetilmiş bir film tümüyle yönetmenlikten sıyrılmış izlenimini uyandırır. Sinematografik olarak konuşursak, aynı bağlamda, Alexander Nevsky’deki savaşların hiçbirinin The Navigator’dakilere (1924, Keaton) getirisi yoktur. Genel olarak, hareket yoluyla süre, uzun plan aracılığıyla yakın plan izlenimi vermek yönetmenin amaçlarından biri, ters paradoks ise kurgunun amaçlarından biri olmalıdır. Tıpkı sette olduğu gibi moviolanın* önünde de doğaçlama yapılır, icat edilir. Bir kamera hareketini dörde bölmek bu hareketi filme alındığı gibi tutmaktan daha etkili bir şekilde ortaya çıkarabilir. Bir bakış alışverişi, yukarıdaki aynı örneği ele alırsak, ancak gerektiğinde akıllıca bir kurgu ile yeterince keskin bir şekilde ifade edilebilir. Balzac’ın Une Tenebreuse Affaire adlı eserinde Sain-Cygne’lerin oturma odasının kapısını kırarak açtıklarında Peyrade ve Corentin’in ilk fark ettikleri Laurence olur: “Seni alacağız, küçüğüm” – “Hiçbir şey bilmeyeceksin.” Gururlu genç kadın ve Fouché’nin casusları ilk bakışta onların en ölümcül düşmanları olduğunu tahmin ederler. Bu olağanüstü bakışma, basit bir ters açı çekimi, ölçülü oluşuyla, önceden planlanmış bir zoom ya da panoramik çekimden daha güçlü bir anlatım sunmaktadır. İletmeye çalıştığı şey, mücadelenin ne kadar uzun süreceği, hangi temeller üzerinde çözümleneceğidir. O halde kurgu, birbirlerine bağımlılıklarını hem inkâr eden hem de yönetmenin yordamını duyuran ve hazırlayandır. Yönetmek olay örgüsüdür; hem iyi hem de kötü örülmüş olanından söz edilebilir.
Bu nedenle, bir yönetmenin filminin kurgusunu yakından denetlemeyi kendisine borçlu olduğunu söylemek, kurgucunun spot ışıklarının sıcaklığı için tutkal ve film kokusunu terk etmeyi kendisine borçlu olduğunu söylemekle eşdeğerdir. Sette gezinirken bir sahnenin odağının tam olarak nerede olduğunu, güçlü ve zayıf anlarını ve sahneyi değiştirmekteki motivasyonlarını görecek ve böylelikle harmonize etmek adına sahneleri kısa keserek şeytana uymayacaktır; kabul ediyorum, kurgunun ABC’si bu. Fakat çok mekanik bir biçimde kullanılmaması şartıyla. Örneğin bir sahne tam da ilginç olacakken onu şak diye kesiyormuş izlenimini veren Marguerite Renoir gibi. İşte bunlar olurken kurguculuktan film yapımcılığına ilk adım atılacaktır.
*Sürempresyon: Üst üste çekim, bindirme.
*Halile: Bir tür vurmalı çalgı.
*Moviola: Kurgu yapılırken görüntülerin izlenmesine imkan sağlayan cihaz.
Jean Luc-Godard
Çeviri: Aslı Tan

Yorum bırakın