Pasolini Grizunun Kokusunu Aldığında

Georges Didi-Huberman

Grizunun kokusunu almak ne kadar da zordur. Zar zor görünen bir şeyi görebilmek, tarihin “pis hava”sı –kötü havalar– geçerken minik kuşun kanatlarının titreyişini yakalamak ne zordur gerçekten. Felaketler için, geçen zamanın görünürdeki normalliğinden daha iyi hile yoktur (geçen zaman “kendiliğinden geçer” görünür, fakat, gerçekte, el altından en kötüsünü “geçirir”). Pier Paolo Pasolini’nin çağdaş dünyanın –tarihsel, antropolojik, siyasi ve estetik– hali hakkındaki sarsıcı şiirsel-belgesel kurgusu La rabbia’da benimsediği bakış açısı da tam olarak buydu. 1962 yazıydı; yani, küçük bir fikir vermesi için şöyle diyelim: Mihail Romm’un Sıradan Faşizm’inden üç, Jean-Luc Godard’ın ilk Cinétract’larından altı sene önceydi. Pasolini, mütevazı bir yapımcı olan Gastone Ferranti’nin Mondo Libero adlı bir İtalyan “ciné-journal”inin (haber / aktüalite programı) arşivlerinden oluşan yaklaşık doksan bin metrelik filmi kullanarak bir kurgu yapma teklifini henüz kabul etmişti. Sözleşme 16 Temmuz 1962’de imzalandı ve izleyen sonbaharda, La ricotta adlı devam eden bir felsefi masal projesine paralel olarak, moviola üzerinde, bizzat Pasolini’nin “massacrante” diye tanımladığı kılı kırk yaran, meşakkatli bir çalışma başladı. Pasolini, Mondo Libero arşivlerinden gelen film materyaline Italia-URSS arşivlerinden gelen bazı fotogramların yanı sıra popüler dergilerden veya sanat kataloglarından alınmış fotoğraflar da ekleyecekti.

1820 Eylül 1962’de, muhtemelen işin esas kısmına girişmek üzereyken –planların seçimi halihazırda yapılmışken ve sesli anlatımın yazımı sürerken– Pasolini, Vie Nuove dergisinde projesini anlatmak için özet bir program metni yayımladı: yapımcıların hâlâ kullandığı bir tabirle, filmin “tretmanı”nı. Bu metinde her şey, işte o geçen zamanın görünürdeki normalliğiyle başlıyordu: “Savaştan sonra ve savaş sonrasında, ne oldu dünyada? Normallik.” İşte, normallik, “tabii ki normallik” (già, la normalità)! Savaştan sonra ve savaş sonrasında, her şey ne kadar da daha iyiydi, hatta “daha da iyiye” gitmiyor muydu? Zaman artık kendiliğinden geçmiyor muydu? Pasolini ise, el altından olsa olsa bizim körlüğümüzü geçirdiği* yanıtını veriyordu: “Normallik halinde, etrafına bakmaz insan (non ci siguarda intorno): Etrafındaki her şey ‘normal’ gibi görünür, acil durumda geçen yılların heyecanından ve duygusundan yoksundur. İnsan o zaman normallikte uyuklamaya meyleder; kendi üzerine düşünmeyi unutur; kendi kendini yargılama alışkanlığını kaybeder; kendi kendine kim olduğunu soramaz olur.”

Normallik, ya da bilmediğimiz felaketimiz. Bu felaket simgesel olarak, Pasolini’nin nazarında ve özel olarak İtalya bağlamında, felsefe ve edebiyat doktoru, anti-faşist savaşçı, Hıristiyan Demokrasi’nin kurucusu ve parti başkanı ve Rosselli’nin Anno Uno filminin müstakbel kahramanı Alcide De Gasperi’nin 1954’teki ölümü ve “gri cenazesi”yle (grigi funerali) başlıyor. Pasoli’nin birkaç dağınık dokunuşla atıfta bulunduğu bir “normalleştirmeler” dünyası başlıyor böylece: “İşte böylece barış içerisinde tekrar çalışmaya başlıyor uluslararası ilişkiler mekanizması. Kabineler kabineleri izliyor; havaalanları bakanlar, elçiler ve tam yetkili temsilcilerin sürekli gidiş gelişlerine sahne oluyor; bunlar uçak merdivenlerini iniyor, gülümsüyor, bomboş, ahmakça, kibirli, yalan laflar ediyorlar. Barış içerisindeki dünyamız çarpık bir nefret kusuyor: anti-komünizm. Kurşuni ve iç karartıcı bir soğuk savaş ve bölünmüş Almanya bağlamında, yeni tarihin yeni kahraman figürleri beliriyor. Kruşçev, Kennedy, Nehru, Tito, Abdünnâsır, de Gaulle, Castro, Ben Bella.” Bu esnada, insan hayatının bütün alanlarında etkileri hissedilen “neo-kapitalizm” gelişiyor ve bu etkiler hem soyut tabloların (her daim daha rafine hale gelen “yüksek kültür”ün âlemi bu) hem de televizyon imgelerinin (bu da her daim daha bayağılaşan “kitle kültürü”nün âlemi) serpildiği kültür âlemine kadar uzanıyor.

İşte, daha en baştan, Pasolini’nin ellilere ve altmışların ilk yıllarına ait bir İtalyan haber/aktüalite programından alınmış doksan bin metrelik film şeridi boyunca düşünebildikleri. Bu görüntülerin sunduğu manzara nasıl da bunaltıcı, nasıl da “berbat” (massacrante) bir tasavvur!* İyi ama, o halde, bütün bunlar nasıl gösterilir, tam da bu imgelerin bakmayı ve göstermeyi reddettiği şeyi gördürmek için? Bütün bunlar, güzellik yarışmaları ile doğal felaketler, milli bayramlar ile uzaktaki savaşlar, güçlülerin konuşmaları ile isimsizlerin sessizliği, nasıl yeniden kurulur / bir araya getirilir ki normalliğin ideolojisi olan başat ideolojileri (her şey iyi gidiyordur, en fazla, kazalar olur) sökülebilsin? Pasolini’nin bütün bu “çaktırmadan geçen zaman”da iş başında olduğunu sezdiği şey, yani her an olabilecek patlamaların tehdidi karşısında bizi her gün kör etmek suretiyle tarihi bir grizu gazı gibi zehirleyen “ezelî gizil kriz” (eterna crisi latente) nasıl gösterilir?


*“Geçirmek” fiilini, biraz zorlama bir çeviriyle, burada “kabul ettirmek” anlamında kullanıyorum.

*Burada “tasavvur,” başka yerlerde “vizyon” (Walter Benjamin bağlamında) diye de çevirdiğim vision. -Çevirmen Notu.


Çeviri: P. Burcu Yalım

Grizunun Kokusunu Almak / Lemis Yayın


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın