“Bir yerde söz biter: iki kişi karşılıklı kendini tekrarlamaya başlar. Hemen kaçacaksın ki aklın orada kalsın.”*
Kendimi, tekrarlamaktan mürekkep bir duygu durumunda buluyorum sürekli. Bu ifadeyi ilk okuduğumda dona kalışım sanırım bu sebepten. Çünkü sözün bittiği yeri, mevzubahis iddiaya göre sürekli deneyimliyorum demektir. Sahiden mi? Essahtan mı bu deneyimim? Sözün bittiği yerle bir temasım mümkün mü cidden? Öyleyse, sürekli bir diyalog halindeyim demektir. Karşılıklı kendimizi tekrarlamaya başlıyoruz ve söz bir yerde bitiyor. Ya da bu varsayımdan başka çıkarlarım var.
Aslında bu yazıyı yazmaya, bu cümlenin bendeki tesirini kavramaya çalışmak için karar verdim. Belki ondan ötürü bir tıkanıklık okunuyor basit ve kısa cümlelerimden. Bu tesiri ilk kavramaya çalıştığımda kendimi tekrarlamaya başladığımı, karşılıklı olarak karşımdakiyle kendimizi tekrarlamaya başladığımızı düşünmek beni sinemayla olan ilişkimi değerlendirdiğim anları hatırlamaya sürükledi. Açıp, son günlerde ilişkilenmeyi düşündüğüm Othon Cinema’dan bir şeyler okudum. Sonlarına doğru neden şair olamadığımı, neden sanatsal üretimi hayatımın merkezine koyamadığımı saptadığım bir not geldi aklıma böylece. Geceleyin balkondan dışarı ne zaman baksam, balkonun karşısındaki okul penceresine belli belirsiz bir evden yansıyan renkli televizyon ışıklarını seyretmenin bende uyandırdığı keyfi masaya yatırmış, sonra şöyle devam etmiştim: “Gündelik düşünce seyrimin dışına taştığını sandığım bir nokta var burada. Nasıl oluyorsa ben yansıyan görüntünün belli belirsiz hareketine dalıp gitmekten memnunken dönüp de bu hareketin kaynağına yönelmek için bir heyecan duymuyorum. Bu evde ne izleniyor, her gece geç saatlerde dahi bu televizyon neden açık soruları, bu cümleyi yazana kadar pek de kurcalamıyor aklımı. Gündelik düşünce seyrimden farklı bir eğilim şu an bu bendeki, çünkü ortaya çıkan bu hareketliliğin esası, onun kavramsal bağlamı, nedenselliği ya da hayatımızı yönlendirişindeki politik özneliğini düşünmüyorum. Tabii bu durum, ben bu durumda bir tuhaflık arayana kadardı. Artık bu denemeyle beraber, kendimi içine fırlatılmış halde bulduğum haber değeri taşımayan ve anmasam anılası gelmeyecek bu anım, bir “kaydın”, dahası gündelik düşünce seyrimin alışıldık bir parçası. Artık tariflemeye çalışmaktan önce farkı fark etmediğim o anla yalnızca nostaljik bir ilişkim var.”

Taste of Cherry (1997, Abbas Kiarostami)
Tekrar bu satırları okuduğumda, masaya yatırmaya çalıştığım bu deneyimle beraber Oğuz Atay’ın kurduğu cümledeki esas kuruculuğun sözün bittiği yerde ya da tekrarın kavranmasında olmadığını fark ettim. Adeta cımbızla alıp dev projeksiyonla gökyüzüne yansıtmışçasına değer atfettiğim bu baştaki alıntı, hayatımın her yerini kuşatan gömülü ya da örtülü bir şeyi gösteriyor bana. Sözün bittiği ya da tekrarın deneyimlendiği her an, yalnızlığımda dahi karşımdakiyle bir diyaloğun var olduğu anlar. “Bir yerde söz biter: iki kişi karşılıklı kendini tekrarlamaya başlar.” –Sanki iki kişinin kendini tekrarlaması için iki kişinin olması gerekiyormuş gibi.
Hayır. Romantik bir postmodern saçmalamayı beslemenin peşinde değilim. Önermenin varsayımlarını bağlamsızlaştırıp, çok özgün bir perspektif geliştirmeye çalışmıyorum. Esasında beni bu bulanık imajlar kalabalığına rapteden şeyin ucunu arıyorum. Peşinden sürükleten şey işte bu sürekli tek başınalıkta gelişen diyalog demeye çalışıyorum. Varolmayla karşılaştığımızı, sözün bittiğini iddia edip şiirselliğe sığındığımızı, film yapmaktan başka bir çare bulamadığımızı hatırlatan bu kendini tekrarlamaya başladığımız anlar: sürekli biriyle karşılıklı, kelimeler olmasa da iletişimselliğin olduğu, sözsüz bir diyalog hali. İşte beni, sinema ile olan ilişkimi masaya yatırmaya iten şey de bu oluyor. Seyretmek, seyredilen şeyin seyreden objektifle, bakışımın başka bakışların dolayımıyla bana sunulması; sinemanın bizleri kaçınılmaz olarak pelerininin altına almasını sağlayan etken. Yani diyaloğu hatırlatan, sözün bitişini anımsatan ve tekrarı fark ettiren, açığa çıkaran. Atay’ın, Turgut’a söylettiği ve insanların ilişkilenmelerindeki bir handikapı işaret ettiği bu cümle, beni sinemanın hakikatle kurduğu bağıntıyı hatırlatan bir deneme kurmaya itmiş oldu böylece.
Apichatpong Weerasethakul’un Blue filmi, bahsettiğim bağıntıyı bana sürekli hatırlatan bir film. Blue’yu tam da tek başınalıktaki diyaloğu; dolayımın, yansımaların eşliğinde tek başınalığın deneyimini kaydetmeye çalışan bir film olarak değerlendiriyorum. Çünkü bana sinemanın ne denli kuvvetli bir hatırlatıcı olduğunu gösteriyor bu çalışma.

Blue (2018, Apichatpong Weerasethakul)
“Blue”, seyirciyi sadece seyretmeye mahkum ediyor. Önüne fırlatılan imajlarla kaçınılmaz, sözsüz bir diyalog arayışına imkan veriyor yalnızca. Ateş, dışarda yatan bir kadın ve bir çeşit günbatımı manzaralarının birbirleri üzerine yansıyan görüntüleriyle, alışıldık sembolizmlere indirgenemeyecek bir kompozisyon veriyor. Bir sahne kuruyor her şeyin öylece orada durduğu. Fakat her şeyin kurmacalığını, bir dolayımın sonucu olduğunu farklı planlarla göstererek yapıyor bunu. Her planla sahnenin kurulumunda görüntüyü manipüle eden çeşitli unsurları görüyoruz: bir cam çerçeve, aydınlatmalar, ağaçlar vs. Kadrajların içine kadrajlar ekleyerek, aynı plana başka planlar bindirerek, bir gece vakti, tek başınalığı aslında dolaysızca deneyimleyemediğimizi hatırlatıyor. Seyrederken kaçamadığımız ve filmdeki imajlarla açmaya çalıştığımız diyaloğun yanı sıra; tek başınalığın dolaylı deneyimlenişini hatırlatıyor.
Öte yandan bu filmin mahiyetini, yalnızca kullandığı araçlar sayesinde araladığı kapıya indirgeyemeyiz. Söz konusu imajların dışardaki yatakta yatan kadınla iletişimi ve bir tedirginlik hali, filmin “anlattığı” başka ve önemli bir noktayı muhakkak işaret ediyor. Tek başınalık ve tedirginlik arasında özsel bir bağlantıyı işaret ettiği, gece ve karanlığa dair filmin bir şey söyleyebildiği konuşulabilir. Fakat, bir analiz yazısı inşa etmektense seyretmenin ne kadar kurucu olduğuna dair bir soruşturma peşinde olduğum için bunu merkeze almıyorum. Bu ve benzeri filmlerin, yani alışıldık serim düğüm çözüm ilişkisinin kurulmadığı durum öyküsü kıvamındaki filmlerin tesirlerini masaya yatırmanın, araladığı kapılarla iştigal etmenin hiç olmazsa bir izleyici olarak benim için daha kurucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yukarıda bahsettiğim gibi, seyretmenin gündelik düşünce seyrimden beni çekip çıkarması başka bir düşünce pratiğine ya da başka bir farkındalığa kapı aralıyor. Blue ise bu tesiri kavramam, beni “seyretmeye mahkum etmesi” vesilesiyle iyi bir örnek.
Sinema, sanırım bunu vesile kılarak, sözün bittiği yeri: karşımızdakiyle birbirimizi biteviye tekrarladığımızı hatırlatma sanatı olarak beni yakalıyor.
* Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 9. Bölüm İlk Sayfa
Hüseyin Arif Sarıyaşar

Yorum bırakın