Sonsuzluğa Dair Bir Teselli

Ne diyeceğimi öyle pek de bilemediğim şeylerle karşılaşıyorum. Bu ne diyeceğimi bilememe halimi de sinemanın gücüne yoruyorum. Karşımda öyle güçlü bir şey var ki, tamamen kadraja ve onun en temel unsurlarına emanet edilmiş, yalın bir görüntü ve o görüntüye ait ses mevcudiyeti ile temaşa edilebilmiş bir bütünlük. Bu önüme serilen dünya, belgesel ile harmanlanmış bir masal olarak yorumlanabilir. Fakat bana kalırsa ne belgesel ne de bir masal, ikisinin de en derinine inebildiği ve kendi gerçekliği ile oradan izleyiciye rüyayı andıran yeni bir kapı aralayabildiği için onu hiçbir kalıba sokmadan dile getirebilmek istiyorum. 

Le quattro volte, bir Michelangelo Frammartino filmi. Benim açımdan onun filmlerine bağlanmak ve onun gittiği yola “iman” etmek aşamasındaki ilk adımım. Bir yaşam döngüsünün kalıcı izleri ile kendini var eden bu film, İtalya’nın güney bölgesi olan Calabria’da kendi yamacına sığınan bir tepe kasabasındaki yaşamı anlatıyor. Buradaki yaşam kısmen izole, münzevi ve belki de yalnızlığın çok da umursanmadığı görece bir beklentisizliğin yansıması. Frammartino’nun bu kasabadan, gerçeklikle eşdeğer bütünlüğü korumak adına sinemanın mucizesi o uzun planlar vesilesiyle izleyiciye aktarmaya çalıştığı yaşam temsili, adeta orada olabilmeye ait bir teselli niteliğinde. Bu kasabaya ait gündelik rutinler, dini vazifeler, yaşamın devamlılığını sergileyen insani eylemler, gidip gelmeler, uyuyup uyanmalar, yarın denen şeye yakınlaşmalar, doğan güneşten yeni bir mucizeye ait umutlanmalar, batan güneşe yakınmalar, Tanrı’nın bahşettiği doğa ve hayvanlar ile Tanrı’ya yakınlaşmalar ve ne yaşanıyorsa ona sadık kalmalar, daima kasabanın, Frammartino’nun kamerası aracılığı ile sinemanın steril, pirüpak ve aslında olmayan ne varsa ondan arınmış taraflarını izleyiciye takdim ediyor. Aynı zamanda bu takdimin en bariz taraflarından biri de filmdeki renk tercihleri. Film içerisinde bu kasabaya ait renkler bir cennet yanılsamasından özenle ayrıştırılıyor. Aslında belki de olağan hali ile bırakılmış denebilecekten de uzak bir soğukluk da mevcut denebilir. Buradaki doğa pastoral renklerle süslenmiyor veya “doğa estetiği” oluşturmak adına kendi mevcut gerçekliğinden uzaklaşıp izleyiciyi ekrandan kaçırmamak ve filmde tutmak gibi kaygılar etrafında gidip gelmiyor. Ne varsa o, her şeyin olağan halinin en temizine dair bir çıktı oluşturulmaya çalışılıyor ve buradaki saf hal de izleyiciyi “modern naturalizm” ile kandırmak adına sömürülmekten uzakta bırakılıyor. 

Film, dört bölümden oluşuyor ve bu dört bölümün etrafında kendi içerisindeki yaşamsal ritmi kurguluyor. İnsana, hayvana, bitkiye ve minerale ait dört temel göç sembolü. Tüm değişimler zamanın kendi olağan döngüsündeki ritme sadık ve asla zamandan bağımsız değil. Buradaki olgu, adeta sinemanın zamana yenik düşmediğini, onunla bir nevi baş edebildiğini gösteriyor. Bununla beraber bu göç döngüsü etrafında büyük bir sessizlik ile karşı karşıyayız. Filmin ana karakteri olarak izleyiciyi karşılayan yaşlı çobanın rahatsız edici derecelere varan öksürükleri dışında filmin uzunca bir kısmında kasabanın doğasından dışarı taşan hiçbir ses işitemiyoruz. Filmdeki olay örgüsü de esasen keçilerini otlamaya götürmekle meşgul bu yaşlı çobanın gündelik rutinine şahitlik etmemizle başlıyor. İzleyiciye sunulan bu kendi yaşamlarımızdan uzak ve idealize etmekte hiç de güçlük çekmediğimiz huzurlu şahitlik anları bir sabah kendi başlarına, çobanlarından bağımsız bir şekilde otlamaya gidip gelen keçilerin eve döndüklerinde bu yaşlı çobanı yatağında ölü bulmalarıyla son buluyor. Keçiler bir nevi kendilerinden mesul olan bu insanın ani ve sahipsiz ölümüne şahitlik ediyorlar. Sonrasında bir kasaba ayini eşliğinde yaşlı çoban insanların omuzlarında keçilerin önünden geçerek kendini ömrü boyunca yakınlık kurduğu toprağa emanet ediyor. İşte burada belki de film tekrar başlar, yaşlı çobanın kapanan tabutunun ekrandaki korkutucu karanlığının ardından bir aydınlık meydana gelir, her ölümden sonra olduğu gibi Tanrı yine adetini yerine getirir, kadrajın tam ortasında bir keçi, birazdan bu dünyaya yeni bir oğlak bahşedecek ve bir ölüm bir doğuma daha gebe bir şekilde kendisini unutturacak. Her sabah güneşi doğurup her akşam batıran Tanrı, İbrahim’e gösterdiği mucizevi iltimasını bu kasabaya da gösterecek ve buradaki hayata yeni bir nefes daha kazandıracak. 

Filmin ilerleyen zamanlarında bu yeni oğlak, Frammartino’nun kamerasında daima ayrıştırılır ve adeta filmin ana öznesi/odağı haline gelir. Sanki ondan yeni bir mucize bekleniyormuş gibi her hareketi büyük bir özenle kolaçan edilir, nereye gitse kamera onunla gelir, sürüden ayrı tutulur ve bu oğlak sanki ölen yaşlı çobanın yaşamının devamı niteliğinde salınarak film içerisinde izleyiciyi kendisine muhatap kılar. Sürü ile kendisini evden dışarı attığı, kendi yaşam sınırını aştığı ilk gün sanki sonsuzlukla perdelenmiş bir hisle vuku bulmamıza yarayan bu devasa orman bütünlüğünde dünya nimetlerine sırt çevirmişçesine, sürüye mensup diğer keçilerin gündelik alışkanlıklarından sıyrılmış vaziyette sürüden ayrılır ve kendi başınalığa sığınır. Yalnızlığı ile beraber hareket ettiği bu orman gezintisinin sonrasında ise kendisini bir köknar ağacının dibinde bulur, sanki onun rahatı ve düşkünlüğü için kendisini yontmuş ağacın gövdesinde bir güzel istirahate geçer. Oğlak, bu ağacında dibinde günlerini, mevsimlerini geçirir, karlar ve yağmurlar yağar, gökyüzü rengini itinayla değiştirir, zaman gelip geçer ve ağaç film içerisinde geçen vakitlerin eşliğinde gösterilir. Kasabanın ve ana odaktaki bu köknar ağacının üzerinden geçen bulutu ve onunla beraber değişen mevsimleri izlemek, onun gölgesinde değişen yeryüzünün rengine şahitlik etmek, işte Frammartino açısından sinemanın ve görüntü denen temel unsura dair estetik anlayışın buralarda olması son derece kalbimi ferahlatıyor ve insanoğlunun varolduğu günden beri en bariz arayışının belki de başında gelen içe dönme, ruha erişme arzusunu tasdikleyen bu sekans, benim açımdan bu deneyimi en özenli şekilde besleyebilen anları temsil ediyor. Ağaç eşliğinde geçen zamanın hissine kapıldığımız bu uzun plan sonrasında filmde bir kopuş noktası daha meydana gelir, üzerinde durmaya ve ısrarla vurgulamaya çalıştığım filme ait dört temel göç sembolüne bir yenisi daha eklenir ve ağaç kökünden kopartılarak yaşamına veda eder. Film boyunca bu minvalde sürekli bir devinim vurgulanır, her şey gelip geçiyor, hayat değişiyor, zamana eşlik edecek yenilikler yaşamın özüne ekleniyor ve orada kendine yer buluyor. Kesilen bu ağaç, aynı yaşlı çobanın cenazesindeki gibi fakat bu sefer ayine çok da benzetemeyeceğimiz bir tören eşliğinde, daha “saygısızca” ve gürültülü bir şekilde köye giden yolda insanların kollarında kendisine yer bulur. Köye varan ağaç, insanların içgüdülerine ve yaşamsal devamlılığına katkıda bulunmak adına güzelce soyulur, temizlenir, olağan halinden arındırılır ve köylünün şöleni haline getirilir. İnsanlar bu ağaç vasıtasıyla kendilerine yeni bir eğlence, sıkıcılıklarından arınmak için yeni bir araç bulurlar. Film boyunca kitlesel hale gelmeyen ve filmin duru atmosferinde kaosa mahal vermeyen köy ahalisi, bu sefer filmin başından beri pek de alışık olmadığımız bir gürültü silsilesi yaratırlar. Fakat burada bu insanların kameraya yansıması öyle bir bütünlük içerisindedir ki sanki yüzlerce insan tek bir kişiye dönüşmüş ve o an orada ne yaşanıyorsa, Frammartino’nun kamerası, kalabalıktan ziyade kadraj içerisindeki eylemselliği bir insan mevcudiyeti üzerinden görmemizi sağlar. Bu aşamadan sonra film içerisindeki döngülere ve devamlılığa bir yenisi eklenir ve kasabaya ağacı teslim almak üzere kömürcüler gelir, ağaç parçalarına ayrılır ve artık kasabadaki yaşamına veda eder. Bir süre daha kamera, bu ağaçtan arda kalanları, kütükleşerek parçalara ayrılan ağacın sona yaklaşan yaşamını göstermeye devam eder. Kömür işçilerinin elinde ağaç en ufak parçalarına ayrılır ve bundan sonraki yaşamına devam edemeyecek ölçüde konumlandırılır ve sonra yanar, kül olur. Ağaçtan geriye kalan duman yığını ekranı kaplar, yeşillikler içerisindeki bembeyaz duman yavaş yavaş sönümlenir, Frammartino bir sahneyi daha keser, siyah ekran tekrar izleyici ile göz göze gelir ve bir yaşam daha sona erer. 

İster istemez hayatımın belirli bölümlerinde, Frammartino sineması ile ilk tanıştığım zamana gidiyorum. Ne zaman doğa ile temasa geçsem, ne zaman kendimden sıyrılıp kainatın güzelliğine sığınsam -ki bu durumu yaşamımın geneline yaymakla meşgulüm diyebilirim- hep o neden sinemayı ve doğayı bir arada okuyabildiğim ve hayatımın en önemli noktalarında kendilerine yer bulabilen bu ikilinin birlikteliğine nasıl en saf şekilde rastlayabildiğim sorularının cevabını bulabiliyorum. Bu noktada sinemanın onunla muhatap olan kişiye yokluktan cevaplar verebilmesini fazlasıyla umursuyorum, ve hatta belki de tüm düşünce dünyamı bunun üzerine kuruyorum. 

Hayatın her aşamasında belli başlı döngüler var, insanın vardığı ve varamadığı her yerde yaşanan ve yaşanacak şeyler var. Tüm bu süreçlerin etrafında en temelinde doğumu ve ölümü görebilenlere ne mutlu. Doğumla mutlu olup ölümle yas tutana ne mutlu. Her doğumu mucizevi görüp, hiçbir ölümü radikalleştirmeyene ne mutlu. Tüm bu döngünün kendini daima tekrarlayacağını bilip ona isyan etmeyene ne mutlu. Yaşamın hiçbir anına umutsuzluk bulaştırmayıp, devam eden hayata tevekkül edebilene ne mutlu. Karşılık bulamadığı düşünülen her dua için o duanın muhatabına sığınabilene ne mutlu. Hayat belki bir gün bu döngüler etrafında bir şekilde kendi sonunu da bulacak, tüm bu döngülere özenle şahitlik edip iç dünyasına ve sanatına bu geçip giden zamanı nakşedebilene ne mutlu. 

Enes Serenli


Posted

in

by

Tags:

Comments

Yorum bırakın