
Gece denen şey, insanın karşısına her çıktığında şu düşünceyi kişinin içselleştirmesine sebep olur: gün tekrar aydınlanacak mı? Her gecenin böyle bir korkutucu mucizesi vardır. Şimdi bir gece yarısı, günün aydınlanacağına dair ihtimalleri sorgu haznemde taşıyarak, birtakım görüntülerin eşliğinde, onlara bakarak ve bu karşılaştığım şeyi kelimelere dökmek konusunu zihnimde taşıdığım andan beri onlardan bağımsız kalamayarak bir şeyler yazmaya çalışacağım. Zira ben bu gece intihara değineceğim, gece ile intiharın ve karşımdaki imajların bağlantısını çözümlemeye çalışacak ve gecenin intihara elverişli taraflarından da yararlanarak pek gönüllü bir şekilde taşıdığım bu yükü üzerimden atmaya gayret edeceğim. Bilinçli bir şekilde, sizlere birazdan bahsedeceğim bu filmi ve onun anlamını belki de bir “sinema yazısı” (o her ne ise) formatından yalıtacak ve kişisel bir duygu yükünün ve sinema ile olan temasımın ve ondan bağımsız olamayan hayatın ve onunla beraber gelen mücadelenin, direnişlerin, hayatta kalmanın veya en sonunda olmak zorunda kalan vazgeçişlerin gailesine dokunmaya çabalayacağım. Bu vazgeçiş (burada dile getirilen vazgeçiş bir intihar biçimi değildir) aslında belki de birçok kişinin baktığı hayatın inançlı taraflarına denk düşmediği için bir vazgeçiş olarak yankılanabilir. Zafere ulaşmadan sona eren her bitiş, dışarıdaki göze bir vazgeçiş olarak yansıyacaktır. Öncelikle temize çekmemiz gereken husus da burasıdır; vazgeçişin anlamlı taraflarını görebilmek ve biraz da vazgeçişi kutsamak.
Benim dışarıdan bir göz olarak bugün burada baktığım ve anlamlandırmakla yükümlü olduğum husus yüzyıllar öncesine dayanıyor. Bu yüzyıllar önceki hadiseye, benden önce bakan ve gören çokça insan olmuştur, fakat biri daha gördü ve sinemaya taşıdı ki bu mesele içime daha da dert oldu. O kişi Arjantin’li yönetmen Pablo Mazzolo. Kendisi 2010’ların başından beri düzenli bir şekilde filmlerini yapıyor ve kendi açımdan çok değerli bulduğum konular üzerinde duruyor: insan ve doğa arasındaki bağ, yerlilerin egemenliği, doğanın kanunları, çevresel felaketler, askeri diktatörlüğün yereldeki zulmü ve oradaki insanların üzerindeki hayaleti gibi konuları analog kamerasına alıyor ve hiçbir süslemeye başvurmadan insan varlığının başından beri gelen bu dertleri en yalın haliyle aktarıyor. Bahsedeceğim filmi ise Ceniza Verde (2019).
Öncelikle filmi kısmen kendi kelimelerimle kısmen de belirli tarihsel bilgilendirmeler eşliğinde sizlere aktarmam gerekiyor. Ceniza Verde’nin kayda alındığı yer Sierras de Córdoba dağları. Bu dağ zincirinin etrafında yüzyıllar evvel Hênia-Kâmîare yerlileri 1600 yıl boyunca bir yaşam sürdü. Fakat buradaki toprak kavgası ve yerlilere olan baskı öyle noktalara vardı ki bu askeri zulüm yerli halkın toplu intiharına sebep oldu. 1575’te halkın askeri güçlere karşı direnişi İspanyol birlikleri tarafından köşeye sıkıştırıldı ve yenilgiye uğratıldı. Yüzlerce Hênia-Kâmîare kadını, çocuğu ve yaşlısı fark etmeksizin hepsinin artık zulme olan dirençleri kırıldı ve İspanyol askerine gösterdikleri yoğun dirençten sonra köleleştirilmek istemedikleri için Colchoquí dağının tepesinden toplu bir şekilde atladı ve yaşamına son verdi. Bu hadise, şu anda Arjantin sınırlarına dahil edilmiş olarak bilinen bölgedeki en büyük toplu intihar oldu.
Şimdi film aracılığıyla bu toplu intiharı tekrar yaşıyoruz. Pablo Mazzalo’nun kamerasını doğrulttuğu bu mekan öyle bir havada süzülüyor ki izleyiciyi sanki o intiharın ertesi gününe sürüklüyor. Mekan hafızası denen şey bazen öyle çok da huzurlu olamayabiliyor. Bulunduğumuz bu mekan aslında Mazzalo’nun kamerasına veya ortaya çıkacak olan bir sinema eserine hizmet etmiyor. Zira sinemayı diğer sanatlardan olağanüstü bir biçimde ayıran kurgu estetiği bile bu hafızanın karşısında çaresiz kalıyor. Mazzalo öncelikle kamerasını yarı aydınlık yarı karanlık bir anda izleyiciye açıyor. Bu sebeple bana çağrıştırdığı olgu da esasen o intihar ettikten bir sonraki güne temas ediyor. Yavaş yavaş güneşin yeryüzünü aydınlatmasına müsade eden Mazzalo, karşılaşacağı şeylerden ve birazdan hatırlanacak şeylerin ağırlığından habersiz izleyiciye gecenin sabahını sunuyor. Sadece filmlerde gözümüzü kısmadan bakabildiğimiz güneş ise her sabah olduğu gibi, büyük bir açgözlülükle ve sanki kameraya alındığının farkında olan bir insan gibi doğal halinin ötesinde bir estetikle salınarak doğuyor ve aydınlıkla beraber görmemize vesile olunacak şeylerin gölgesini sinema için ortaya çıkartıyor. Karanlık ve ışığın (güneşin) buradaki bir aradalığı dünyayı görmeyi seçtiğimizde ortaya çıkan nesnelerin en dokunaklı halini bizlere sunuyor. Çünkü karanlıktan aydınlığa büyük bir acelesizlikle geçiş yapılan bu anda Mazzalo, izleyiciye yoğun bir şekilde salt görsel deneyim sunuyor. Güneşin, karanlığın içerisinde gidip gelmeleri ve doğuşa artık iyice hazır hissettiği vakitteki ritmik mücadelesi, mucize olarak adlandırdığımız o olağanüstü anlardan sıyrılarak fakat bir yandan da kendince mucizeviyatını koruyarak, orada, öylece, sanki dünya denen bu çaresiz yerde bir önceki gece hiç kimse intihar etmemiş gibi her şeyden bağımsız bir şekilde doğuyor. Müzik yok fakat dans var, güneşin mucizesinden ziyade, sahnenin ve Mazzalo’nun ortaya çıkarttığı “sinema mucizesinin” kıymeti biraz da burada yaşanıyor.
Güneşin doğuşundan hemen sonra bizleri yemyeşil bir manzara karşılıyor. Gökyüzünün grisinden ilham almak konusunda geri durmayan bu doğaya ait yeşillik, olası bir huzurlu sakinliği vaat ederek başlayıp aniden titreşiyor ve kendi soyutluğuna yeni bir soyut katman daha ekliyor. İntiharın hafızasını taşıyan bu kara parçasında Mazzalo, kamerası aracılığı ile yeşilliklere düşen güneşin her huzmesini büyük bir özenle ve yarattığı titreşimin odağında kayda alıyor. Başlangıçta bizleri karşılayan güneş, film boyunca dağların görünmeyen kısmından karşımıza çıkıyor. Her seferinde yeşilliğe ait yeni bir alanı estetize ediyor ve bu vesileyle mekanın şiirsel yapısına büyük ölçüde hizmet ediyor. Mazzalo, toplu intiharın yoğunluğu ile dolu bu mekanı yeniden tanımlamadan önce adeta oraya ait parlaklığı sonuna kadar açıyor ve o parlaklığın etrafında, güneşin yardımıyla hatırlanması gereken her şeyi bir bir ortaya bırakıyor. Bir yandan mekanı sanki hiçbir musibete meydan vermemiş bir yapı bütünlüğü gibi sunuyor, bir yandan da mekana dair ağıtı gözler önüne seriyor. Çünkü anlaşılıyor ki Mazzalo’nun amacı farklı bir kurgu deneyi ile mekana ait hafızayı başka bir noktaya evriltmek veya olağan halinden sıyırmak değil. Ayrıca o, olanı olduğu gibi aktarmakla mükellef de değil. Çünkü buradaki sinema çabası esasen Mazzalo’nun film üslubundan kopuk bir sonuç çıktısı da değil, o belki de her zaman yaptığı şeyi yapıyor ve gösterdiği hiçbir şey arka planda hakim olduğumuz hikayeyle doğrudan bir bağlantı da kurmuyor.
Arkasında yatan tarihsel bağlamın eşliğinde film, yaşanan bunca acıya rağmen acı draması haline bürünmeyen bir yapıyla ve şiirsel ritmin eşliğinde izleyiciye unutulmaması gereken yeni bir mekan hafızası sunuyor. Filmi izledikten veya kendimce gayret ederek kaleme almaya çalıştığım bu yazıyı okuduktan sonra kimse, o mekanı gidip görmese de orayı bu hadisenin etrafında düşünmeden edemeyecek. Yazının bu kısmına kadar gelmiş olan kimse eğer, o kişi artık intihar ettikten sonraki gün tekrar ziyarette bulunduğu intihar mekanını hatırlayacak. Bir kişi eğer intiharı düşünmüş ve kalkışmışsa buna teşebbüs ettiği o mekan dünya üzerindeki diğer tüm mekanlardan sıyrılır. Burada tarihsel bağlamından ele almakla yükümlü olduğumuz toplu intihar olayı ve artık bunu bilen bir kişi olarak o mekana gidip orayı filme alan yönetmen Mazzalo sayesinde hepimiz intiharının ertesi günü o mekana tekrardan gidip o uçuruma yeniden bakan kişiye dönüşeceğiz. Yeşilliklerin arasında, güneşe en yakın noktada, dağların yamacında, tepenin ardında durup bir bakalım, yaşadığımız her gecenin sonunda intihar ettikten sonraki o gün tekrar aydınlanacak mı?
Enes Serenli

Yorum bırakın