Jean Renoir’in itibarının gittikçe artacağı kanısındayım. Yalnızca savaş öncesi yıllara ait olan filmleri bile o kadar değerliler ki, bu filmlerin hâlâ en parlak döneminde olan ve çarpıcı bir güzelliğin, özgünlüğün ve gençliğin filmlerini üretmeye devam eden bir yaratıcının eserleri olduğunu neredeyse unutuyorsunuz.
Nana’dan French Cancan’a (1954), La Chienne’den (1931) The Golden Coach’a (1952), The Crime of M. Lange’den (1936) The River’a (1951), Grand Illusion’dan (1934) The Southerner’e (1945), Diary of a Chambermaid’den (1946) Paris Does Strange Things’e (1956) Jean Renoir, mücadele etmekten ve kendini yenilemekten hiç vazgeçmedi.

Büyük yönetmenlerden bazılarının başarısız olduklarını görüyoruz çünkü bu yönetmenler kendi başarılarının ötesine nasıl geçeceklerini bilmiyorlardı. Bu yönetmenler ilk başarıyı yakalayan filmlerinin geleneklerinin esiri oluyorlar. Ve bu başarıyı yalnızca belirli bir sinematik biçime değil, aynı zamanda bir dönemin öznesinin, üslubunun ve belirli bazı beklentilerinin anlaşılması zor bir yakınlığına borçlu olduklarının farkında olmuyorlar. Bu gizemli düzen yok olduğundaysa, ilhamı kendisini yenilemeyen sanatçı kendini umutsuz bir arayışın içinde buluyor. Ancak bu talihsizliğin Jean Renoir’in başına gelmesi söz konusu değildi çünkü onun insan doğasına karşı olan duyarlılığı, tarihimizin değişen kaygılarına olduğu kadar çeşitli kültürlerin farklılıklarına da uyum sağlamasına imkân tanımıştır. Renoir 1940’larda Kaliforniya’nın parlak güneşi için Ile de France’ın kasvetli gökyüzünü, Amerikan mutfağı için ise kırmızı şarabı ve Camembert’i terk etmişti ve bazı kişiler bu yüzden Renoir hakkında kötü konuşmaya hazırlardı. Ancak bu, Renoir’ı ve onun yeteneğinin doğasını yanlış anlamak demekti. Aslında, Renoir gibi bir adam için böyle bir göçün tek bir anlamı olabilirdi: insani bakış açısını genişletmek ve hassasiyeti ile çağdaş dünyanın değişimlerini bağdaştırma fırsatı. Tamamı Hindistan’da geçen The River filmi hakkında Renoir şunları söylemişti:
“İçimde, dünyadaki diğer canlılara uzanmak ve onlara dokunmak için giderek artan bir istek duydum. Olayların seyrine kötü güçler hükmediyordur belki de. Ancak insanların kalplerinde, kardeşlik duygusu olmasa da en azından bir sorgulama duygusu olduğunu hissediyorum. Bu merak hâlâ yüzeyde bir yerlerde, yine de hiç yoktan iyidir.”
Şunu da ekliyor Renoir: “Bir yanda bir şeyleri önceden hisseden yaratıcılar bir yandaysa bir şeyleri yalnızca geriye dönük olarak anlayanlar vardır. En başarılı olanlar ise insanlığın çoğunluğu ile aynı hızda yürüyor gibi görünenlerdir. Ancak gerçek ustalar ileriyi düşünürler, ki bu da ticari olarak her zaman haklı oldukları anlamına gelmez.”
Renoir, bu yorumla kendisini övmek istemeyecek kadar açık yüreklidir. Ancak çağdaşlarına sinemanın kendileri, dönemleri ve bu dönemin sorunları hakkında neler öğretebileceğini maharetle ve uygun bir şekilde göstermeye çalışanlardan biri olduğunun da farkındadır.

Renoir, şiddetin hakim olduğu bir dönemde Fransa’dan uzaktaydı. Savaş sırasındaki izlenimlerini, 1938’de The Rules of the Game’i çekerken çalışmalarına etki eden güven ve ilham ile karşılaştırmış ve şunları söylemişti:
“The Rules of the Game’i çekerken hedefimi tam olarak biliyordum. Çağdaşlarımın içini kemiren o uğursuzluğun ne olduğunun farkındaydım. İçgüdülerim bana yol gösterdi. Yaklaşmakta olan bu tehlike konusundaki farkındalığım bazı durumların ve diyalogların gelişmesine yol açtı. Arkadaşlarım da benim gibilerdi. Ne kadar da endişeliydik. Filmin iyi olduğunu düşünüyordum. Ancak kaygı pusulanız doğru yönü gösteriyorsa iyi bir iş çıkarmak o kadar da zor değildir.”
Ne yazık ki, bu yönü biliyoruz. Münih Paktı daha yeni imzalanmıştı. Georges Sadoul, Marriage of Figaro’nun 1789 Devrimi için ne ise The Rules of the Game’in de savaş öncesi dönem için öyle olduğunu söyledi ve haklıydı da. Seçkin, kayıtsız ve yozlaşmış bir uygarlığın tasviri. Renoir aslında ilhamını Pierre Beaumarchais’den almıştı. Filmin ön sözü olarak Cherubin’den bir çift söz kullanmıştı. Aynı zamanda The Rules of the Game’in temel dramasını da Musset’in Les Caprices de Marianne’inden almıştı.

1939’da ne halk ne de eleştirmenlerin bir çoğu The Rules of the Game’in tam anlamıyla can çekişen bir çağın en açık ifadesi olarak önemini anlayamadı. Ancak filmin ticari başarısızlığının başlıca sebebi kesinlikle bu değildi. Geleneksel bir aşk hikayesi olarak, senaryo sinema sanatının kurallarına uysaydı film başarılı olabilirdi. Ancak Renoir, kendi drama tarzını yaratmak istedi ve bu türlerin kombinasyonu halkı rahatsız etti. Belki seyirciler şaşırtıcı derecede hareketli olan mizansen sahnelerinden, kompozisyonların ve kamera hareketlerinin ince ironisinden de rahatsız olmuş olabilirlerdi. Meşhur alan derinliğini şekillendiren fotoğraf tarzı, Amerika’dan Citizen Kane (1946) ile geri döndü ve The Best Years Of Gur Lives (1946), o dönemde tuhaf ama aynı zamanda şüpheli bir merak oluşturdu.
Bugün The Rules of the Game sinemanın bir klasiğidir. Film, yalnızca savaş öncesi Fransız realizminin en gelişmiş dışa vurumu olarak değil, aynı zamanda kendinden sonra gelen on beş yılın sinematografik evriminin en orijinal akımlarını önceden şekillendirmesiyle de kendine hayran bırakıyor. Bu miras ise henüz tükenmiş değil.
Andre Bazin
Çeviri: Gamze Kaşkaş

Yorum bırakın