
Jean-Marie Straub and Danièle Huillet at Work on a Film Based on Franz Kafka’s Amerika (1983, Harun Farocki)
Bundan yaklaşık iki yıl önce Harun Farocki’nin “Jean-Marie Straub und Danièle Huillet bei der Arbeit an einem Film” adlı belgeselini izlemiş ve hemen üzerine bir şeyler yazma ihtiyacı duymuştum. Yazdığım bu bir paragraflık metni zaman zaman okuduğumu fark ettim. Filmin beni düşünmeye ittiği şeylerin hiç eskimeyen bir yanı var. Düşündükçe sinemasal haz aldığım bir konuya dönüşmeye başladı. Bu yüzden yazdığım bir paragraf bile olmayan yazıyı genişletme isteğim üzerine düşünüyordum. Filmle kurduğum bağ, sinema ile ilgili sinir uçlarımı uyaran bir yara taşıyordu.
Harun Farocki’nin, Jean-Marie Straub ve Danièle Huillet’nin Franz Kafka’nın “Amerika” adlı eserinden uyarlanan bir film üzerinde çalışmalarını belgeleyen bu dokümanter, iki yönlü bir deneyimdir. Bir yanı ile filmin gerçeği kazıyarak, aşındırarak kamerada gösterme çabası; diğer yandan Straub ve Danièle’in filmlerinde bir fıtrat haline dönüşen Brecht tarzındaki oyunculuğun, film içinden filme açılarak kendi imgesini oluşturmasıdır. Straub ve Danièle, “Amerika” filmi için genç bir oyuncudan “I can’t find the photograph” demesini ister. Oyuncu bu repliği o kadar çok tekrar eder ki belgesel bir Brechtyen anlatıya dönüşür. Straub ve Huillet’nin filmlerindeki üslup, belgeselde “replik tekrarı” ile temsil edilir. Fotoğraf içinde fotoğraf olur. Belgesel, sadece Straub ve Huillet’nin çalışma pratiğini göstermekle kalmaz, aynı zamanda film kendi içinde katmanlaşarak ulaşmak istediği şeyin temsilini oluşturur. Sinemanın kendiliğinin yapışık bir sıfatı olan zamanda varolma hali, diğer bir bakış açısıyla bu durum bana Kieslowski’nin “Blue” filmindeki şekerin erime sahnesini anlama konusunda yardımcı oldu. Kieslowski, bu sahne için 4,5 saniyede eriyen bir şeker arar ve bu sahneyi defalarca çeker. Sinemanın “zamanda heykeltıraşlık” yaptığını düşündüğümüzde, bir film de saniyelerin ve hatta saliselerin ne kadar önemli olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Straub ve Danièle’in kusursuz bir sahne arayışı içinde oldukları kanaatinde değilim. Ancak zaman blokları oluşturmanın önemine sahip olduklarını tahmin edebiliyorum.
Farocki’nin belgeseli, tekrarın sinema üzerindeki etkileri ve anlam katmanları üzerine düşünmeye sevk eder. Özellikle, Victor Erice’in “Ayva Ağacının Güneşi” filmiyle aralarındaki uzak akrabalığı fark ettim. Bu iki film, sinemanın karakter özelliklerinden biri olan tekrarlanamaz anıyı besleyen bir yapıyla bağlantılı gibi görünüyor. Erice’in filmi, adeta bir ressamın ayva ağacını çizme çabası gibi düşünülebilir. Ancak her geçen gün ağaç yaprak döker ve zamanla değişen bu ağacı tablolaştırmak, bir anın ölümsüzleştirilmesi gibi zorlu bir süreçtir. Film de bu zaman yontmasının filmidir aslında. Zamanda sırlanan, zamanda var olan sinemanın alametifarikası gibidir.

The Quince Tree Sun (1992, Victor Erice)
Straub ve Huillet’nin film çalışmalarındaki tekrar edilen replikler, sadece bir anın yinelenmesi değil, aynı zamanda sinemanın varoluşsal imkanlarından yararlanarak gerçeğin yüzeyini aşındırma çabasını temsil eder. Bu, altın bir anı bulma arayışıdır; ancak Farocki, bu arayışın ötesinde, tekrarın sinemasal potansiyeli üzerine düşünmeye sürükler. Farocki’nin belgeseli ve Erice’nin filmi arasındaki kontrast, sinemanın sunduğu çok yönlü imkanları gösterir. Erice, anın dokusunu ve bir kareye sığamayacak zamanı ifşa ederken Farocki, tekrarın sinemasal anlamını keşfeder. Her ikisi de sinemanın sunduğu ontolojik kaçışlar ve imkanları kendi dilleri üzerinden anlatır, anın derinliklerine inmeye çalışarak ele alırlar. Bu karşılaştırma, sinemanın çok boyutlu doğasını anlamak ve değerlendirmek için izleyiciye zengin bir perspektif sunar.
Nuri Batuhan Pınarcıoğlu

Yorum bırakın