
Marksist bir film
Jean-Marie Straub: Sansho the Bailiff (1954) benim için Marksist bir film mesela. Marksist olup olmadığını bilmiyorum ama gerçekten Marksist filmler yaptığı söylenebilecek tek kişi Mizoguchi’dir, bu konuda yapacak bir şey yok. Benzer bir şekilde, ama zıt bir ideolojiden yola çıkarak, en Brechtyen yönetmen John Ford’dur. Brecht’in kendisinin keşfettiği bir yöntemi keşfetmek için Brecht’i bilmek zorunda değilsiniz. Tıpkı Marksist filmler yapmak için Marx’ı okumuş olmanıza da gerek olmadığı gibi. Biz Marksizmi Marx’ı okuyarak keşfetmedik, Marx’ı işimizde, gündelik hayatımızda keşfettik. Özel bir bakış açısı sayesinde genel bakış açısını keşfettik.
Yabancılaştırma
Danièle Huillet: Kafka’da [“Amerika” romanında] korkunç bir cümle var. Baş aşçı Karl Roßmann’ı reddetmeye başladığında ona şöyle der: “Adil şeylerin özel bir görünümü vardır.” Bizimle birlikte çalışan ve karakteri canlandıran kadın* bir gün bize şöyle dedi: Bu korkunç bir cümle çünkü tamamen yanlış. Adil şeylerin özel bir görünümü yoktur. Bunu Karl’a söyledi. Ve bu cümleyi öyle bir şekilde söylemeye çalıştı ki izleyiciler kendilerine şunu sorabilsinler: Ben ne duydum, bu nasıl bir iddia?
Jean-Marie Straub: Brecht’in dediğini yapmak gerekir: Fransızların distanciation olarak adlandırdığı, ancak aslında Brecht’te yabancılaştırma olarak belirtilen şey. Başka bir deyişle, her şeyi yabancı olarak göstermek gerekir. Kapitalizmin hiçbir şekilde doğa yasasından kaynaklanmadığını göstermek gerekir. Kapitalizm normal bir şey değildir. Kapitalizmin ortaya çıktığı bir durumun anormal bir durum olduğunu hissettirmek gerekir, böylece izleyici şunu diyebilir: “Bu nasıl bir gezegen böyle? Böyle şeylerin mümkün olduğu… Başka türlü olabilirdi, başka türlü olmalı, başka türlü olabilir. Bu kaçınılmaz ve kaderci bir durum değil.” Brechtyen yöntem budur.
Mümkün olan tüm dünyaların en iyisi
Jean-Marie Straub: Artık sömürüyü, kârı ortadan kaldırmanın yeterli olmayacağı bir noktaya geldik… Artık kapitalizmi ortadan kaldırmak bile yeterli değil; bunu yapmak zorundayız, başka türlü başaramayız; bunun ötesine geçmemiz gereken bir noktaya geldik. Üyesi olduğu İtalyan Komünist Partisi’ne 1950’deki intiharına kadar inanmış bir beyefendi olan Pavese’nin söylediklerine ulaşmak zorundayız. Bazı yoldaşların onu gericilikle suçladığı Leuko İle Söyleşiler, yani tarih ve tanrıların köylüler tarafından icat edilmesi üzerine mitolojik bir düşünce üzerine yazdıkları, ona göre neorealizm olarak adlandırdığı alandaki çalışmalarıyla, örneğin daha doğrudan çağdaş olan Ay ve Şenlik Ateşleri ile dengede tutulmalıdır: Birden bir çiftçi şöyle diyor, bu bizim filmimizde (DALLA NUBE ALLA RESISTENZA): “Önce hükümet parayı ve onu savunanı yakmak zorunda” – yakmalı değil, yakmak zorunda ki bu büyük bir provokasyon. Ben de bu noktadayım. Kâr yasasının ve kapitalizmin ortadan kaldırılmasının ötesinde. İlerlemeden, büyümeden, kalkınmadan, insanların bundan kurtulmanın tek yolu olduğuna inandırıldıkları şeyden bir süreliğine vazgeçmediğimiz sürece bu durumdan kurtulamayacağız. Sendikalar bir kez olsun ortaya çıkıp şunu söylemelidir: Yunanlıların dediği gibi sonlu, sınırlı bir dünyada yaşıyoruz ve felakete sürüklenmek istemiyorsak sınırsız kalkınma ve sınırsız büyümeye devam edemeyiz. Benjamin adında gerçek bir Marksist, devrimin kaplanın geçmişte yaşanmış olaylara sıçraması olduğunu söylemişti; geçmişe değil, geçmişte yaşanmış olaylara, ki bu Pavese ile aşağı yukarı aynı fikirdir. Ve bu Marksisttir, çünkü Marx ve Engels, hayatlarının sonunda, kapitalizm Asurlularda nasıl çalıştığına, kapitalizmin zaten ne ölçüde tomurcuklandığına baktılar, daha da geriye gittiler. Kapitalizm, insanları mümkün olan tüm dünyaların en iyisinde yaşadığımıza inandırmaktan ibarettir. Bu mükemmel bir yalandır. Burada sinemaya geri dönüyoruz. Buñuel şöyle demişti: “İzleyiciye mümkün olan tüm dünyaların en iyisinde yaşamadığımız izlenimini veren filmler yapmak istiyorum.” Marksist miydi bilmiyorum. Güney Amerika’da küçük bir diktatörlüğün nasıl işlediğini anlatan La fièvre monte à El Pao (1959) adında harika bir politik film yaptı, hatta bir benzetme de diyebiliriz.
Film yapımcısının sorumluluğu
Jean-Marie Straub: Seyirciyi bir kitle, bir püre olarak değil, vatandaşlar olarak görmek gerekir. Brecht, seyirciyi ikiye bölen şeyler yapmamız gerektiğini söylemişti. Öyle ki insanlar Pavese’nin dediği gibi hangi tarafta olmak istediklerini fark etsinler. Herkesi sinema koltuğunda uyutup, çıktıklarında “Ah, ne kadar güzeldi” diyerek hayran kalmalarını sağlamaya çalışmamalı. Sokakta her şey farklı çünkü perdede ya da sahnede her şey basitleştirildi ve insanlar, yarın sabah cennetin yeryüzünde olacağını hissediyor. John Ford, kendi ideolojisi açısından ve dürüst bir adam olarak bunu mükemmel bir şekilde ifade etti: “Birkaç yıldır izlediğim filmleri yapmış olsaydım, kendimi ölümcül bir günahtan suçlu hissederdim.” Başka bir deyişle, bir Katolik olarak onun için ölümcül günah önemli bir şeydi. Kendisinden utanırdı ve vatandaşa ve izleyiciye zararlı, politik olarak zararlı ve izleyicinin duyarlılığına zararlı filmler yapmak kötü bir eylem olurdu. Zarar vermeyen filmler yapmak zaten çok önemli ve bu durum giderek de zorlaşıyor. İstemeden de olsa korkunç zararlar veren ve bizi var olmayan duygulara inandıran kaç film var?
*Class Relations (1984) filminden bir oyuncu.
Jean-Marie Straub ve Danièle Huillet,“Schriften” kitabından.
Çeviri: Matthias Kyska

Yorum bırakın