For English, Please Click Here.

Son zamanlarda nasılsınız? Başta yeni bir film olmak üzere yeni projeleriniz var mı? Bugünlerde neler yapıyorsunuz?
Bir süredir uğraşıp duruyorum. Bir buçuk yıl önce Fransa’ya taşındım ve burada iki projem var. Biri daha gelişmiş durumda ve şu anda senaryo üzerinde çalışıyorum. Hatta şu an daha röportaj öncesi yeni onunla ilgileniyordum, diğeri ise hala tretman aşamasında. Yani Fransa’da çekilecek ve prodüksiyonu yapılacak iki proje üzerinde çalışıyorum.
Filmlerin dili Fransızca mı yoksa Rumence mi olacak?
Fransızca.
2006’dan 2019’a kadar 13 yıl boyunca yedi uzun metrajlı film yaptınız. Ancak son filminiz “La Gomera”dan bu yana beş yıl geçti. Filmografinize baktığımızda sizin için bu ara oldukça uzun görünüyor. Sinemaya verdiğiniz bu aranın ardında yatan hikâye nedir?
Bu benim kararım değildi; zorunlu bir ara diyelim. Konu falan arıyordum.

La Gomera (2019)
Önceki filmlerinizde ağırlıklı olarak Romanya şehirlerine odaklandınız ve Romanya’nın kendisi de çalışmalarınızda önemli bir yer tutuyordu. Ancak son zamanlarda farklı ülkelerde film yapma girişiminde bulundunuz. Romanya’da Rumence film yapmak ile farklı dillere sahip diğer ülkelerde film yapmak arasındaki farkları anlatabilir misiniz?
Bir önceki filmimde İspanyol oyuncularla çalışma fırsatı bulmuştum ve bu bana hiç de yabancı gelmemişti. Ondan önceki filmde ise hem Romanyalı hem de Rumen-Alman bir aktörle çalışma şansım oldu. Ancak bu deneyim de farklı değildi çünkü sonuçta her şey ortak bir dil ve ortak temaların keşfi etrafında dönüyor. Yabancı oyuncularla çalışmak, onlarla etkili bir şekilde iletişim kurduğum ve bireysel tekniklerine saygı duyduğum için benim adıma hiçbir zorluk oluşturmadı. Niyetimi aktardıktan sonra tüm endişelerim ortadan kalktı.
Ama mekanlara gelince, muhtemelen Romanya’yı çok iyi biliyorsunuzdur – kendi ülkeniz ve şehirlere aşinasınız. Peki yabancı bir yere gittiğinizde çevreye alışmak daha zor olmuyor mu?
Deneyimlerime göre, projelerimin yönü genellikle ortamdan etkileniyor. Örneğin bir önceki filmimde konu itici güçtü. Bazen belirli bir mekan yaratıcılığımı ateşlerken, bazen de bir konseptle başlıyorum. “The Treasure’’ı çekerken, basit bir dış mekandan daha fazlasını simgeleyen bir bahçe ilham kaynağım oldu. Bahçeye olan aşinalığım senaryo için ilk fikri ateşledi. Ancak diğer projeler için önce konuyla başlıyorum ve ardından uygun bir mekan arıyorum. Bu süreç, mekanın Romanya’da ya da başka bir yerde olmasına bakılmaksızın nispeten basit kalıyor. Bu yaklaşımımda hiçbir sorunla karşılaşmadım.

The Treasure (2015)
Ama yeni bir mekanda zaman geçirmek ve her şeye aşina olmak istiyorsunuz değil mi?
Elbette gözlem yapmak ve mekanda bulunmak için zamana ihtiyacınız var. Örneğin “La Gomera”da, karakterim adayı ilk kez ziyaret ettiği için belli bir turist bakış açısı yakalamak istedim. Bu turist benzeri yaklaşımı hedefledim. Ancak bu aynı zamanda Singapur bahçelerinde geçen ve oldukça gerçeküstü olan son sahne için de bir basamaktı. Ama her zaman, ihtiyacım olan tüm zamana sahip olduğumdan emin olurum; mekanlarda zaman geçirir ve oraya aşina olurum.
Yani karakterin öznel bakış açısı bir turistin bakış açısıyla örtüşüyor, turist olmakla aynı duyguları mı uyandırıyor?
Evet, bir adada turist benzeri bir deneyimle başlıyor. Ev çok güzel ama sonra bir gelişme oluyor. Bir şeyler olmaya başlıyor ve durum giderek kötüleşiyor, hikayeye dönüşüyor ve sonra giderek daha da kötüleşiyor.
Bir röportajınızda “tüm filmlerim dil ile ilgili” demiştiniz. Bununla tam olarak neyi kastettiniz? Pek çok insan sinemanın öncelikle görüntülerle ilgili olduğuna inanır, peki siz her şeyin dil ile ilgili olduğunu söylediğinizde, görüntülerle ilişkili olarak dilin rolünü nasıl görüyorsunuz ve aralarındaki bağlantı nedir?
Sinema günün sonunda bir dil biçimidir. Dil, karakterlerin nasıl konuştuğuyla, benim neyi nasıl yaptığımla ve onlar konuşurken benim ne çektiğimle ilişkili, her zaman bununla ilgilidir. Benim için dil sadece karakterlerin konuşma dilini değil, sinemanın kendi dilini de içeriyor. Türlerle kendi tarzımda oynamaktan her zaman keyif almışımdır. Bir başka husus da karakterlerimin birbirlerini anlamadıkları için her zaman belirli bir komik üsluba sahip olmaları. Her karakterin kendi söylemi var ve gerçekte tam olarak iletişim kuramıyorlar.

When Evening Falls on Bucharest or Metabolism (2013)
Yani “dil” derken sadece konuşma dilini değil, bir dil olarak sinemayı mı kastediyorsunuz?
Evet, hem konuşma dilini hem de bir dil olarak sinemayı kapsıyor. Yaptığım her şeyde sürekli olarak bunu araştırıyorum.
Az önce “tür” teriminden bahsettiniz. Başlangıçta filmlerinizi sınıflandırmak zor olabilirdi, ancak daha sonra bazı insanlar onları neo-noir olarak kategorize etmeye başladı. Siz kendi filmlerinizi tür açısından nasıl görüyorsunuz?
Evet, “The Whistlers”ı bir neo-noir olarak görüyorum. Karakterler ve tipolojileri neo-noir türüne uyuyor ve bu kasıtlı yapılıyor. Bunu keşfetmeyi amaçladım. “The Treasure’’ benim için bir bakıma absürt bir Western türü. Tipik Western ortamına benzemeyen bir yerde hazine arayan bazı adamlarla ilgili. Yeni bir mekân, aynı mekân ama içinde sürekli yeni şeyler keşfediyorsunuz. “Police, Adjective” bir bakıma prosedürel bir film. Belki de benim ilk filmim daha atipik.

Police, Adjective (2009)
Çeşitli türleri keşfetmekten ve kendinizi aynı türü tekrarlamakla sınırlıyor olmamaktan hoşlanıyor musunuz?
Evet ama bir filmin türünü başlangıçta önceden belirleyemem. Bunun her zaman konuya bağlı olduğuna inanıyorum. Bu konu, ona nasıl yaklaştığınız ve onun hakkında nasıl hissettiğinizle ilgili. Her yeni konuyu yazarken onu nasıl çekmek istediğimi yeniden gözden geçiriyorum. Belirli bir şekilde çekmeye karar verirsem, bu yazımı etkiliyor ve sonra senaryodaki bazı şeyleri değiştirebiliyorum. Dolayısıyla, sürekli olarak bu iki kutup arasında çalışıyorum: filmin hikayesine sahipsiniz ve aynı anda mizansen hakkında düşünüyorsunuz. Ben aynı anda hem senarist hem de film yapımcısıyım. Bu ayrım benim için net bile değil. Beni ne ilgilendiriyorsa onun peşinden gidiyorum. Diyelim ki belli bir sinema türüyle ilgileniyorum ama aynı zamanda bir konum var ve bu da diğer yönlerimin netleşmesine yardımcı oluyor.
Önce bir tür tanımlayıp sonra bir hikaye yaratmak değil mesele. Hikaye ve konuyla başlıyorsunuz, sonra tür ortaya çıkıyor.
Evet, bence bu daha doğru.
Çavuşesku ve devrim, Romanya tarihinin önemli parçaları. Siz Çavuşesku döneminde doğdunuz ve devrime tanık oldunuz. Devrimden önce ve sonra Romanya hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
On dört yaşındaydım. Yaptığım ilk film olan “12:08 East of Bucharest” memleketimdeki devrimle yakından bağlantılı. Bu benim hayatımda çok önemli bir andı. O zamanlar, sadece on dört yaşında olmama rağmen bir toplumun parçası olduğumu hissettim. Tüm atmosfer gergindi; dışarı adımınızı attığınızda bir şeylerin olmak üzere olduğunu hissedebiliyordunuz. Her şey belli bir şekilde ayarlanmıştı ve sonra aniden her şey patlayacak ve her şey bir anda değişerek yeni fırsatların önünü açacakmış gibi görünüyordu. Benim için neredeyse dini bir deneyim gibiydi. Sanki dönüştürücü bir şey gerçekleşmek üzereymiş gibi hissediyordum. On dört yaşındaydım ve bazı şeyleri çok net hatırlıyorum.

12:08 East of Bucharest (2006)
On dört yaşındayken politik bağlamı tam olarak kavramak zor olmuş olabilir. Bu etkinin önemini daha sonra mı anladınız ve ilk filmleriniz bunu keşfetme merakınızı tetikledi mi?
Bir dereceye kadar evet. Bir toplumun içinde var olan bir birey olarak, çoğu zaman farkında bile olmadan çeşitli faktörlerin etkisini kaçınılmaz olarak yaşarsınız. İlk filmimde potansiyel bir devrim fikrine ve bunun insanlarda uyandırdığı duygulara odaklanarak bu kavramı irdelemeye çalıştım. Bu insanlar belirli bir toplumsal yapı içinde yaşıyorlardı ve bu yapının gerçekliğine ve içinde gelişen olaylara ilişkin şüpheler taşıyorlardı. Kendilerini çevreleyen koşulların gerçek doğasını sorguladıkça merakları da artıyordu.
Futbolla olan ilişkinizi biliyoruz. Bu konuda iki film yaptınız ve babanız eski bir profesyonel futbol hakemi. Futbol, sinema ve hayatınız arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?
Çocukken futbol oynardım, bu benim yetiştirilme tarzımın bir parçasıydı. Babam hakemdi ve profesyonel bir futbolcu değildi ama büyükbabam da futbol oynardı. Bu bizim kültürümüzün bir parçası. Bugün bile futbol izlemekten keyif alıyorum. Artık pek oynamıyorum ama bu sporu hala takdir ediyorum. İyi anlıyorum; taktiklere bakarsanız, farklı bir dil gibi. Gerçekten hoşuma gidiyor ve futbolla ilgili filmler yapmaya devam etmeyi planlıyorum. Bu zor bir iş çünkü futbol hakkında çok fazla film yok. Beyzbol, boks vb. hakkında filmler var ama futbol sinemada daha az temsil ediliyor. Sık sık kendime neden gerçekten iyi bir futbol filmi izlemediğimi soruyorum.

Infinite Football (2018)
Sinemasal yaklaşımınızda uzun ve sabit çekimler önemli bir rol oynuyor. Özellikle filmlerinizin en kritik anlarında bu tekniği sıklıkla kullanıyorsunuz. Bu tercihin sebebi nedir?
İlk filmlerimde karar anlatıya göre veriliyor. Bazen daha dramatik bir etki ve belirli bir zamanlama – çerçeve zamanlaması ve teatral bir tarz – hedeflediğimde bu yöntemi tercih ediyorum. Karakter içeri girerken çerçeve içinde bir mizansen oluşturmaya çalışıyorum. Çekim için zaman kısıtlı olduğundan, bu seçim biraz da sektörün kısıtlamalarından etkileniyor. Bu tür bir mizanseni çekime dahil etmenin benim için daha uygun olduğunu gördüm. İzleyicinin uzaktan gözlemlediği uzun süreli sabit bir çekime olanak tanıyor. Karakterlere tanık oluyorsunuz ve zaman zaman belirli bir dinamik dayatmamak daha iyi oluyor; ters çekimi atlayıp karakterlerin doğal akışını takip ediyorsunuz. Bu teatral bir yaklaşım ama üzerinde çalıştığım her filmin konusuna ve senaryosuna göre değişiyor. Her şey hikaye anlatma yaklaşımı ve bunun arkasındaki mantıkla ilgili. Örneğin bir sahnede karakterler mizahi bir sohbete girebilir. Yerleştirme/ters çekimlerden kaçınarak, odak onların tepkilerinden ziyade diyaloglarına kayar. Bu sadece bir örnek, dolayısıyla bir genelleme yapmak zor.
Filmleriniz genellikle politik olarak nitelendiriliyor. Sinema bağlamında ‘“politik” kavramının ne anlama geldiğini düşünüyorsunuz ve filmlerinizin siyasi bir misyonu ya da yönergesi olduğuna inanıyor musunuz?
Film yapımında kameranın konumu, karakterlerin nasıl algılandığını etkileyen çok önemli bir politik seçimdir. Karakterleri daha derin bir seviyede inceleyen, evrensel bir bakış açısı hedefleyen filmler beni cezbediyor. Geçmişiniz ne olursa olsun, farklı bir kültürden bir film izlediğinizde, karakterlerle yine de insani bir düzeyde bağlantı kurabilmelisiniz. İyi filmler politik ve sosyo-ekonomik bağlamların ötesine geçerek, izleyicilerde yankı uyandıran evrensel, insani bir şeye dokunur. Nihayetinde sinema sınırları aşan bir dildir. Karakterlerim sık sık kaybolmuşluk hissiyle boğuşuyor, tıpkı ilk filmimde olduğu gibi, insanlar bir devrimi yaşıyorlar ama etkisini tam olarak hissetmiyorlar. Örneğin, üç karakterin sisli bir tren istasyonunda beklediği ve film boyunca içinde bulundukları durumu simgeleyen yinelenen bir görüntü var. Bu, kendi hayatlarında sürüklendiklerini hisseden bireylerin bir yansımasıdır. “The Treasure ”de, önemli bir şey elde etmenin tek yolu olarak umutlarını bir hazine bulmaya bağlayan karakterler var.
Ülkeniz hakkında söyledikleriniz ilginç, çünkü bu doğru. Türkiye’de, Romanya filmlerini izlediklerinde benzer konuları fark ettiklerini söyleyen insanlar duyduk. Devletimizdeki yolsuzluk ve polisle ilgili kurumsal sorunlarla bağlantı kuruyorlar. Görünen o ki filmler genellikle ülke ve ülkenin mevcut durumu tarafından şekillendiriliyor. Dolayısıyla bir filmin siyasi boyutu da o ülkenin siyasi bağlamından kaynaklanıyor.
Tabii ki her zaman.
Bir yönetmen olarak “politik bir film yapmak istiyorum” demiyorsunuz; daha çok bağlamın dışında gelişiyor.
Evet, “politik bir film yapmak istiyorum” diye başlamazsınız. Bu bir film yapmak için neden olamaz. Asıl neden, bilirsiniz, bir şeyi keşfetmek istemektir. Belli bir durumu, bazı karakterleri keşfedersiniz, bununla ilgili bir şey yapmak istersiniz. Her filmin kendine özgü bir yazım şekli ve konsepti vardır.
Rumen Yeni Dalgası’na gelince, sinema için oldukça önemli bir akım haline geldi – Romanya’da başka önemli yönetmenler de var. Rumen Yeni Dalgası’nı genel olarak nasıl görüyorsunuz ve kendi rolünüzü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce zirveye ulaştı mı yoksa hala gelişiyor mu?
Rumen Yeni Dalgası’nın bir etiket olduğunu söylemeliyim. Klasik anlamda programatik bir şey değildi. 2000’lerde, o dönemde birkaç genç yönetmen belli bir türde sinema yapmaya başladı. İçeriden bir bakış açısıyla oldukça farklı olduğumuzu düşünüyorum ama bu başka bir nokta. Önemli bir uluslararası başarı kazandı ve sonrasında belli bir film yapma tarzına dönüştü. Bence bu yönetmenlerin her biri artık kendi tarzını geliştirdi. Filmlere bakarsanız, giderek birbirlerinden farklılaşıyorlar. Romanya sineması için çok iyi bir dönemdi. Şimdi ise bilemiyorum. Ben bir eleştirmen değilim ama daha çok farklı sinemacılar olarak görüyorum, her biri kendi evrenini, kendi işini geliştiriyor. Örneğin ben bir film yaptığımda bir şeyi keşfettiğimi hissediyorum ve o filmden sonra bir önceki filmle bağlantılı olabilecek bir şeye geçiyorum. Tamamen farklı olabilir ama her film bir deneyimdir. Bir film yapımcısı olarak kendi kimliğinizi yaratarak kendi başınıza büyümeye başlıyorsunuz.
Ancak bir sinemacı olarak içeriden ve dışarıdan bakış açılarından bahsettiğinizde, bir film yapıyorsunuz ve sonra bu film Rumen Yeni Dalgası olarak sınıflandırılıyor gibi görünüyor. Ya da başka bir deyişle, diğer Rumen sinemacıları izlemek ve onları ilham kaynağı olarak görmekle mi ilgili? Bu tam olarak nasıl işliyor? Organik olarak mı gelişiyor yoksa Rumen Yeni Dalgası’ndaki yönetmenlerin birbirlerinin işlerine baktıkları ve böylece bir tür topluluk oluşturdukları bağlantılı bir sistem mi var? Ya da herkes bireysel olarak mı hareket ediyor ve eleştirmenler sadece uygun gördükleri gibi mi etiketliyor?
Elbette etkileniyoruz. Ben özellikle Cristi Puiu’nun “Stuff and Dough” filminden çok etkilendim. Bu filmi öğrenciyken izlemiştim ve okulda bize sinemanın ne olması gerektiğine dair öğretilenlerden tamamen farklıydı. Bu film benim kendi fikirlerimle örtüşüyordu, çünkü okulumdaki çerçeve olan istisnai durumlardaki istisnai insanlar hakkında film yapmamaya çalışıyorum. Ayrıca filmin çekim tarzını da çok beğendim. Puiu’nun çok sevdiğim bir başka filmi olan “Aurora”dan da benzer şekilde etkilendim. Mungiu’nun “4 Months, 3 Weeks and 2 Days” ve mükemmel bir film olan yine Puiu’nın “The Death of Mr. Lazarescu” filmi gibi takdir ettiğim başka filmler de var. Ve tabii ki Radu Jude’un filmleri de her iyi film gibi beni belli bir şekilde etkiledi. Ama bazen bu Rumen yönetmenlerle daha doğrudan ilgileniyorum; senaryoları tartışıyoruz ve kurgu hakkında konuşuyoruz. Zamanında çok konuşurduk ve bu etkileşimler sayesinde onlardan etkilendim ve bir bakıma birlikte büyüdük.

4 Months, 3 Weeks and 2 Days (Cristian Mungiu, 2007)
Sinemasal bir hareketin/akımın parçası olmayı bazen sınırlayıcı buluyor musunuz yoksa bir harekete sadık kalmanız gerektiğini mi hissediyorsunuz?
Dogma gibi uyulması gereken katı kuralları olan programatik bir hareket değildi. Daha çok ilhamla ilgiliydi. Önemli bir şey yapmak isteyen genç sinemacılar kuşağıydı ve bunu o dönemde var olan bir bağlamda yaptılar. Geriye dönüp baktığımda, Romanya’nın ulusal bir film merkezine sahip olduğu ilk yıllardı. Tüm bu insanlar film yapmak istediler; Romanya’da çok fazla film üretiminin olmadığı bir dönemde sinema eğitimi aldılar. 1989 ile 2004 yılları arasında, CNC’nin kurulmasından önce, filmler çoğunlukla komünist dönemden kalma eski stüdyolar tarafından üretiliyordu ve film üreten sadece birkaç yönetmen vardı. Benim kuşağım, her yıl sadece iki ya da üç filmin üretildiği bir ülkede sinema yapmayı düşünen insanlardan oluşuyordu. Bu, her birimizin kendi ifade araçlarını bulması ya da farklı bir şey başlatmaya çalışması gerektiği anlamına geliyordu. Sonra 2003 yılında Fransız yasalarına dayanan Romanya Ulusal Film Merkezi açıldı ve Romanya daha fazla film üretmeye başladı.
Peki Romanya’da devlet desteği ve bu yeni film merkezi olmasaydı Rumen Yeni Dalgası’nın bu kadar önemli hale gelemeyeceğini söyleyebilir miyiz?
Ulusal film merkezi kurulduktan sonra filmleri desteklemeye başladıkları söyleniyor ama benim için bu aynı zamanda merkezin varlığından önceki dönemle de ilgili. O dönemde Cristi Puiu gibi Cenevre’de okuyup Romanya’ya film çekmek için dönen genç yönetmenler vardı. Bu gerçekten de bu kişilerin tutkusuyla ilgiliydi. Ve tabii ki film merkezi açıldıktan sonra, şu anda bile, geri kalan üretimin çoğu – sanırım görebileceğiniz tüm filmler – ulusal merkezin yardımıyla üretiliyor. Türkiye’de böyle bir merkez yok değil mi?
Türkiye’de Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü var ve onların desteği olmadan bağımsız film yapmak neredeyse imkansız. Bu desteğe ciddi bir bağımlılık var. Örneğin Nuri Bilge Ceylan gibi tanınmış sinemacıların Almanya ya da başka ülkelerle ortak yapımcıları oluyor ama yeni sinemacıların gerçekten devlet desteğine ihtiyacı var.
Tabii ki.
Devlet desteği söz konusu olduğunda her zaman sansür ve hatta otosansür sorunu var. Romanya’da da benzer bir şey oluyor mu yoksa tamamen serbest mi?
Hayır, sansür yok. CNC’ye bir senaryo sunuyorsunuz ve bir jüri var ama sansür uygulamıyorlar. Bütçe açısından, daha büyük bir şey yapmak istiyorsanız otosansür olabilir ve çok pahalı olacağını fark ederseniz senaryodan bir şeyler çıkarabilirsiniz. Ama hiçbir şekilde sansür yoktur.
Son soru olarak, sizinle ilk kez Türkçe bir söyleşi yayınlanacağı için, filmlerinizin Türkiye’deki izleyicilerine veya bu söyleşiyi okuyanlara bir mesajınız olup olmadığını sormak istiyoruz.
Ne söyleyebilirim ki, bu röportaj fırsatını yakaladığım için çok heyecanlıyım. Türkiye’de insanların filmlerimi izlediğini duymak beni çok mutlu etti. Umarım gelecekteki filmlerimi de beğenirler. Filmlerimi henüz izlememiş olan okurlarınız için belki bu röportaj o filmleri keşfetmeleri için ilham verir.
Belki şimdi merak etmeye başlarlar.
Ve tabii ki Türk sinemasına büyük saygı duyuyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın çalışmalarına aşinayım; kendisi olağanüstü bir sinemacı. Yetmişli yıllardan bir başka Türk sinemacı daha vardı… Adı neydi?
Yılmaz Güney’i diyor olabilirsiniz.
Evet! O harika bir sinemacıdır. İki filmini izlemiştim. Kurguda bile çok farklı bir film dili var. O dönemde başka filmlerini de bulmaya çalıştım ama sadece bir tane bulabildim.
Zaman ayırdığınız ve tüm yanıtlarınız için çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Mert Mustafa Babacan, Matthias Kyska, Enes Serenli
Çeviri: Keda Bakış
Görsel Tasarım: Büşra Yavuz

Yorum bırakın