For English, Please Click Here.

Hayatının neredeyse tamamını sinemaya adamış bir film eleştirmenisiniz. Elbette sinema dışındaki alanlardaki yazılarınızı da biliyoruz. Ama genel olarak sinema ile bir ömür geçirmek size neler hissettiriyor?
Sinema hakkında yazmanın potansiyel olarak her şey hakkında yazmak anlamına geldiğini düşünmeyi seviyorum. En azından ben kendi kariyerimde bunu bu şekilde icra ettim. Sinema çok erken yaşlardan itibaren hayatımın bir parçasıydı çünkü babam ve dedem sinema salonları işletiyorlardı. Her hafta aynı derecede önemli filmler çıkmıyor ancak eleştirmenin, insanların okumasını sağlamak için önemliymiş gibi davranması gerekiyor. Chicago Reader için çalışırken bazı haftalar belirli bir filmin vesile olduğu belirli konular hakkında yazardım ve filmden çok konuyla ilgilenirdim. Hayatım boyunca müzik, edebiyat ve film yazılarım, hayatımda ve düşüncelerimde bir tür dostane birliktelik içinde oldu. Kendimi her zaman önce bir yazar ve sonra da bir film eleştirmeni olarak gördüm.
Peki sinemanın hayata anlam vermenin bir yolu olduğunu söyleyebilir misiniz? Yoksa dediğiniz gibi farklı konularınız ve sorunlarınız var ve sinema sadece amaç için bir araç mı?
Bu tamamen duruma bağlı. Son zamanlarda söylemeyi sevdiğim şey, insanların bir film hakkında iyi ya da kötü dediğinde kimin için ve ne için iyi veya kötü olduğunu belirtmedikçe bunun eksik bir ifade olduğudur. Sinemayı ciddiye almak, hayatı ciddiye almanın bir yoludur.
Belki de şu anda sinema hakkında yazan birçok kişi için bir rol modelsiniz. Sinema hakkında yazarak geçimini sağlamanın mümkün olup olmadığı sorusu ise birçok genç sinema yazarı için kritik bir konu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu yola yeni giren ya da bu yolu takip etmek isteyen genç sinema yazarlarına bir şeyler söylemek ister misiniz?
Komik bir durum çünkü geçenlerde beni destekleyen Amerikalı A. S. Hamrah adında bir eleştirmen tarafından eleştirildim. Film eleştirmenliği yaparak geçimini sağlayamama konusuna değinmediğim için beni eleştirdi. O bunu kötü bir şey olarak görüyor ama ben bunu bazı açılardan iyi bir şey olarak görüyorum. Pek çok insan için film eleştirmeni olmalarının tek nedeni bunu başka bir şey, örneğin film yapımcısı olmak için bir basamak olarak kullanmaktır. Dolayısıyla bu işten para kazanmak zorlaşırsa meslek de saflaşır. Bunu tamamen olumsuz olarak görmüyorum.
Faydalı bir rol model olarak kabul edilip edilemeyeceğimi bilmiyorum çünkü benim durumum mutlaka diğer insanların durumuyla aynı değil ve bence herkes kendi yolunu bulmalı. Eleştirmenlerin taklit edilmesi gerektiğini düşünmelerini sevmiyorum. En sevdiğim Amerikalı film eleştirmeni Manny Farber’dı ve Güney Kaliforniya’da kısa bir süre için onun yerine öğretmenlik yaptığımda film eleştirisi sınıfındaki öğrencilerin hepsinin onu taklit etmeye çalıştığını görünce şaşırdım. Bunun berbat bir fikir olduğunu düşünüyorum. Sadece taklit etmek kötü olduğu için değil, aynı zamanda onu taklit etmek özellikle zor olduğu için. Bu yüzden insanların kendi yollarını bulmaları gerektiğini düşünüyorum.

Sinemada neler olup bittiğinden tam olarak haberdar olmak için Cannes ve Venedik festivallerine gitmek ve önemli miktarda zaman ve para harcamak gerekiyor. Tam zamanlı başka bir işiniz varken ve her şeyi kapsamaya çalışırken yarı zamanlı bir hobi olarak film eleştirmeni olmak zor. Peki sizce çalışma hayatınızı sadece film hakkında yazarak ve festivallere giderek geçirmek zor mu? Çünkü bu durumda biraz maddi desteğe ihtiyacınız var.
Şunu söylemeliyim ki festivallere sadece davet edildiğimde gidebildim. Paris’te yaşarken o dönemde Cannes Film Festivali’ne gitmeyi karşılayabiliyordum. Fakat o zamandan beri Cannes’a sadece New York Film Festivali seçki komitesinde çalışırken, dört yıl boyunca seyahat masraflarımı karşıladıkları için gidebildim. Ayrıca çalıştığım film olan Orson Welles’in “Touch of Evil” filmi gösterime girdiği için birkaç günlüğüne bir kez daha gittim. Ancak genel olarak Cannes, Berlin veya Venedik’e gitmek benim için bir seçenek değil. Üçüne de zaman zaman gittim. Daha sık gidebilmek isterdim çünkü zevk açısından Venedik belki de en iyisi olabilir ancak Cannes, sinemanın hem en iyisini hem de en kötüsünü temsil ediyor. Sadece iyi ve kötü filmler açısından değil, aynı zamanda bence Cannes dünyanın en kötü seyircilerine sahip olduğu için.
Neden böyle düşünüyorsunuz?
Çünkü her şeyden önce Cannes ticaretle, yıldızlarla ve güç ile ilgili. Sanat, estetik ya da başka bir şeyden çok güçle ilgili. Ve bir şey güçle ilgili olduğunda, benim için daha az ilginç hale geliyor. Bir film eleştirmeni olarak her hafta yazarken karşılaştığınız zorluklardan biri de yeni çıkan filmler önemli olmasa bile sanki çok önemliymiş gibi davranmak zorunda olmanızdır. İnsanların sizi okumasını sağlamak için o filmleri önemli gibi göstermek zorundasınız. Bu da bakış açınızı çarpıtıyor çünkü çoğu film eleştirmeni eğer profesyonel eleştirmen olmasalardı, eleştirmek zorunda oldukları filmlerin büyük bir kısmını izlemezlerdi. Bu benim için de böyleydi. Şimdi çok daha seçici olabiliyorum ve sadece istediğimi izleyebiliyorum, beğenmezsem kapatabiliyor ya da çıkıp gidebiliyorum ama Chicago Reader için çalışırken böyle bir seçeneğim yoktu.
Kendimi şanslı görüyorum çünkü bence dünyadaki çoğu insanın pek de keyif almadığı bir mesleği var. Bu yabancılaşmış bir iş. Ben çoğunlukla yaptığım işten keyif alıyorum. Sadece film izlemekten değil yazmaktan da keyif alıyorum. Yani iş ve oyun arasında her zaman ayrım yapmak zorunda olmadığım bir şey bulduğum için çok şanslıyım. Uzun yıllardır profesyonel bir film eleştirmeni olmaktan uzak olduğum doğru olsa da bunu kendim için en keyifli hale getirdim ancak herkes yazmak ya da hayatını kazanmak için yaptığı işe karşı bu tutuma sahip değil.
Ama ilginç olan her yıl tüm festivallere katılmanın gerçekten gerekli olmadığını söylüyorsunuz. Daha sonra takip etmek veya şu anda çok popüler olmayan bir şey hakkında yazmak ve yine de bir tür itibar oluşturmak oldukça mümkün.
Evet, bu doğru. Ama aynı zamanda sinemanın toplumsal varlığının benim çocukluğumdakinden tamamen farklı olduğunu düşünüyorum. İlginç olan şu ki benim yaşımdaki ve benim kuşağımdaki bazı insanlar sinemadaki son gelişmeleri olumsuz olarak görüyor ama bence bunların çoğu olumlu. Artık zor filmlerle ilgilenen daha fazla insan var. Bu, benim bir sanat formu olarak sinemayla ilk kez ilgilendiğim 1960’larda olduğundan daha fazla. İzleyici artık daha özgür; eskiden sinema tarihi hakkında bilgi edinmenin tek yolu Paris ya da New York gibi büyük şehirlerden birinde yaşamaktı. Şimdi ise dijital olarak izliyorsanız neredeyse her yerde bunu yaşayabilirsiniz.
Yani bazı açılardan bu çok olumlu bir şey oldu ama aynı zamanda eskiye göre daha kötü film eleştirileri de var ya da belki de internet sayesinde kötülerin daha çok farkına varılıyor. İnsanların sevdiklerini ve neden sevdiklerini söyledikleri şeylerin çoğunu yabancılaştırıcı buluyorum. Ancak benim beğenmediğim bir şeyi neden beğendiklerini gösterebiliyorlarsa ve ben de onların yazdıklarından keyif alabiliyorsam o zaman bu yararlı bir faaliyettir. Fakat çoğu zaman insanlar bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu söylediklerinde zaten film eleştirmeni olduklarını düşünüyorlar ve bence bu biraz aptalca. Bana göre değerlendirme, film eleştirmenliğinin en önemsiz kısmıdır. Manny Farber’ın en güzel yanlarından biri, bir film hakkında yazdıklarına bakarak o filmi sevdiğini ya da nefret ettiğini çoğu zaman anlayamamanız ve bence bu çok ilginç bir özellik.
Ama iyi bir yazının en azından bir argüman sunması gerektiğini düşünüyorsunuz değil mi? Neden iyi ya da kötü olduğuna ya da kimin için iyi ya da kötü olduğuna dair.
Evet, bu doğru, öyle olmalı. Ancak bu argümanların geliştirilebileceği farklı yollar vardır. Manny Farber ile ilgili ilginç şeylerden biri de argümanlarını akademik olarak doğru kabul edilen şekilde geliştirmemesi. Her yerde dolaşıyor ve alışılagelmiş akademik standartları yerine getirmiyor.
Sinema tarihinde iz bırakmış pek çok yönetmenle yakın ilişkiler kurdunuz. Bu durumun onların filmleri hakkında yazarken size nasıl hissettirdiğini merak ediyoruz. Sizce yönetmenlerle yakın olmak bir film eleştirmeninin yazılarını etkileyen bir faktör müdür? Bu çok tartışılan bir konu. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu her durumda farklıdır. Hiçbir film yapımcısıyla asla arkadaş olmamanız gerektiğini söyleyenler de var. Bazen biriyle arkadaş olduğum için filmlerini daha çok sevdiğim oluyordu ama öte yandan bana öyle geliyor ki birçok filmi ve film yapımcısını iki kategoriye ayırabilirsiniz: milyonlarca dolarlık reklam kampanyaları olan filmler, ki çoğu insan için önemli olan tek filmler bunlardır ve sonra geriye kalan diğer her şey. Arkadaşlarımın filmleri “diğer her şeyin” bir parçası olduğu için onlar adına savunuculuk yaparsam günah işlemiş olmayacağımı hissederdim çünkü zaten ortada bir eşitsizlik vardı ve sırf arkadaşlarımı desteklediğim için bu değişmeyecekti.
Eleştirinin değerinin her zaman aynı fikirde olduğunuz birini bulmak olup olmadığını bilmiyorum. Bu daha çok ondan öğrenebileceğiniz birini bulmakla ilgili ve bu da farklı bir şey. Her zaman Godard’ın bana söylediği ve kendi hayatıma da uyguladığım bir şeye geri dönmeyi severim: “Bir havaalanı yerine uçak olarak görülmeyi tercih ederim.” Yani insanlar sizi gitmek istediğiniz yere değil, gitmek istedikleri yere götürür ve sonra inerler. Böylece yazınızın sadece işlerine yarayan kısmını kullanırlar. Benim için bu ideal bir durum çünkü eleştirmenlerin bir film hakkında asla ilk ya da son sözü söylemesi gerektiğini düşünmüyorum. Bence bir film eleştirmeninin yaptığı şey, eleştirmen gelmeden önce başlayan ve eleştirmen gittikten sonra da devam eden kamusal bir tartışmaya müdahale etmektir. Yani bir eleştirmen iyi bir eleştirmense, bunun nedeni seçenekleri ve tartışmanın doğasını geliştirmesidir, eleştirmen “son sözü” söylediği için değil.
Son sözlere ya da kapanışa inanmıyorum. Az önce Facebook’ta Paul Schrader ve diğerlerinin Andrew Sarris’in “The American Cinema” kitabını güncellemenin ve sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinin yer aldığı elit grubunda kimin yer alacağına karar vermenin zamanının geldiğini söylediklerini okudum. Bu bana bir çocuk oyunu gibi geliyor, bir yetişkin etkinliği değil. Bence Andrew Sarris’in bunu yapmanın faydalı olduğu belirli bir zamanda yaptığı modeli kullanmadan kendi başımıza sonuçlara varabilmeliyiz. Başka bir deyişle, mevcut durumu incelemeniz gerektiğini düşünüyorum. Ve tabii ki Paul Schrader bunu nasıl düşündüğünün bir parçası olarak bile görmüyor. Ana akım sinemayı çok sevmeme rağmen muhtemelen ana akım bir eleştirmen değilim ve bu da yazdıklarımı ve beni okuyan insanları etkiliyor.
Peki zaman içinde bunun değiştiğini düşünüyor musunuz? Bugünün sinema izleyicileri daha bilinçli, daha özgüvenli ve bu sebeple bir eleştirmenin yargısını kabul etme olasılıkları daha mı düşük? Sizce güç hiyerarşisi değişti mi?
Genelleme yapmak zor çünkü bunun cevabını gerçekten bilmiyorum. Kaç kişinin eleştirmenleri umursayıp umursamadığına dair bir anket yapmadım ve bu konuda eleştirmenleri umursamanın da pek çok farklı yolu var. 1960’ların başında New York’ta sinemayla ilk ilgilenmeye başladığımda New York Times‘ın baş eleştirmeni Bosley Crowther’ın nefret ettiği her filmi izleme eğilimindeydim. Genelde onun nefret ettiği şeyleri ben beğenirdim. Bu benim onu belli bir dönem için kullanmamdı, başka dönemlerde kullansam muhtemelen aynı olmazdı. Ama benim sevdiğim her türlü şeye karşı çıkıyordu.
Onu şahsen gördüğüm tek an ise New York’ta bir basın gösterisine katıldığım ilk andı. Jean Renoir’ın Boudu Saved from Drowning filminin basın gösterimiydi. Önümde oturan bir kişi gerçekten sabırsız, öfkeli, huzursuzdu ve film bitmeden kalkıp gitti. Sonradan onun Bosley Crowther olduğunu öğrendim. Eleştirisini yazdığında filmin sonundan haberi bile yoktu. Filmin, kahraman ve yeni evlendiği karısı ile bir teknede sakin sakin süzülmeleriyle sona erdiğini sanıyordu. Sinemadan çıktıktan kısa bir süre sonra teknenin devrildiğini ve Boudu’nun tekrar serseriliğe geri döndüğünü fark etmemiş bile. Eleştiriyi okuduğumda karşımda oturan kişinin Bosley Crowther olduğunu anladım. Bir insanın bu filme saldırabilmesi biraz şaşırtıcı görünüyor ama bunun nedeni filmin bohem bir film olması ve onun bu açıdan çok ana akım ve muhafazakâr olması.
Ama bu muhtemelen bugün de olabilir. Zevkleri veya yargıları sizin tam tersiniz olan bir eleştirmen bulursunuz ve sonra onu ve nefret ettiği şeyleri takip edebilirsiniz.
Sanırım olabilir ama biraz daha zor. Şaşırtıcı bulduğum şey ise neredeyse her sanat formunda, o sanat formu hakkında bildiklerinizin iyi ya da kötü bir eleştirmen olmanızla bir ilgisi olması. Ancak en prestijli ve güçlü eleştirmenlerden bazıları sinema hakkında hiçbir şey bilmiyor ve insanlar bunu diskalifiye edici olarak görmüyor. Tam tersine film hakkında çok fazla şey bildikleri için gazetelerde eleştirmen olarak işe alınmayan insanlar tanıyorum. Bu, genel okuyucuya yabancılaşmak olarak görülüyordu ki böylesi biraz komik. Bu durum neredeyse başka hiçbir faaliyette mümkün olmazdı. Spor hakkında fazla bir şey bilmeyen birinin spor yazarı olabileceğine ve spor hakkında fazla bir şey bilmediği için işe alınabileceğine inanmak imkânsız. Ancak sinemanın, herkesin fikrinin bir diğerininki kadar iyi olduğu demokratik bir sanat formu olduğu varsayılır ve bir sanat formu olarak bile görülmez- sadece bir faaliyet olarak görülür. Bu yüzden iyi faaliyetler ve kötü faaliyetler vardır.
Çünkü bu kadar doğrudan bir deneyim ve kolayca erişilebilir olduğu için muhtemelen herkes konu hakkında bir şeyler söyleyebileceğini düşünüyor.
Bence bu talihsiz bir durum çünkü birçok insan kurumsal geçmişleri nedeniyle uzman olarak kabul edilebiliyor. David Denby, film tarihi hakkında bildikleriyle değil, New Yorker’da yazdığı için önemli bir film eleştirmeni olarak kabul edildi. Fakat New Yorker için yazıyorsanız insanlar tarafından uzman olmanız gerektiği varsayılır. O bir uzman değil ve bence bu durum, büyük prestije sahip birçok insan için geçerli. Quentin Tarantino’nun zevkleri çok dar olmasına rağmen insanların onu iyi bir film eleştirmeni olarak görmeleri beni şaşırtıyor.
Bu trajik çünkü sinemayla gerçekten derinlemesine ilgilenmeyen insanlar büyük isimlere güvenme eğilimindeler. New Yorker için yazan herkesin sinema hakkında bir şeyler bildiğine inanıyorlar. Bu bir nevi ideoloji yaratmak gibi bir şey.
1987’de Chicago’ya taşındıktan kısa bir süre sonra yazılarımı tanıtmak ve bir soru-cevap programına katılmak üzere davet edildiğimi hatırlıyorum. Ancak bu daveti yöneten kişi Chicago’da yaşıyordu ve benim yazılarımı hiç okumamıştı. Film eleştirileri için sadece New York Times‘ı okuyordu ve temelde önemli olan tek şeyin onların söyledikleri olduğunu düşünüyordu. Yani demek istediğim, halkın büyük bir kısmı bu şekilde düşünüyor. Tek söyleyebileceğim, hayatımda bir kez New York Times‘a yazmak için görevlendirildiğimde sonrasında bu deneyimden pişmanlık duyduğumdur. Yazıyı sürekli yeniden yazmak zorunda kaldım. Bu yazının teması Ingmar Bergman için bir ölüm ilanıydı ve aslında benden olmam gerekenden daha karamsar olmamı istediler. New York Times‘a yazıyor olmanın şeytanla anlaşma yapmak gibi olduğunu hissettim.
Yönetmeni tanıyorsanız, ne yapmak istediğini biliyorsanız, bu yazıya daha fazla derinlik katıyor mu sizce?
Olabilir de olmayabilir de. Bu konularda kurallar icat etmekten hoşlanmıyorum. Kendi deneyimlerimden biliyorum. Paris’te kaldığım son dönemde en iyi arkadaşım senarist ve daha sonra yönetmen olan Eduardo de Gregorio’ydu. Onun filmleri hakkında yazmamam arkadaşlığımızın bir noktada bitmesine neden oldu. Daha sonra arkadaşlığımız devam etti ama asıl mesele şu ki benden çalışmalarını desteklememi bekliyordu ve ben bunu yapmadım. Onun için bu durum arkadaşlığımıza bir ihanetti.
Bu daima değişir. Filmlerini hiç sevmediğim arkadaşlarım oldu ve bu onlar için önemli değildi, bunu umursamadılar bile, o insanlarla hala arkadaşız. Buna İngiltere’de belli bir ünü olan deneysel film yapımcısı Peter Gidal da dahil. Peter’ın ana akım sinemaya karşı itici bulduğum bir tavrı var. Her türlü saçmalığı içeren televizyon içeriğini izlemeyi seviyor ve buna bağımlı ama bunların hiçbirinin sanat olduğunu söylemek aklına gelmiyor. Onun için sanat başka bir şey. Ama bu ayrımı yapmak bana göre zaten biraz dar kafalı bir düşünce tarzı. Onunla çok farklı bakış açılarına sahip olsak da hala arkadaşız.
Pedro Costa ile dostluğum ise pek çok şeye dayanıyor çünkü filmlerini izlemeden önce de kısmen onun girişimiyle dostluğumuz başlamıştı. Film yapımcısını tanıyorsanız ve bir filmi beğenmiyorsanız daha nazik olacağınız doğrudur. Bir keresinde bir partide Sofia Coppola ile tanıştırıldım ve bana merhaba demeyi reddetti. Nedenini anlamaya çalışıp durdum. Filmlerinden herhangi biri hakkında olumsuz bir eleştiri yazmamıştım ama sonra bunun babasının bazı filmleri hakkında yazdığım olumsuz şeylerle ilgili olduğunu fark ettim, oysa bazı filmlerini de sevmeme rağmen. Hiç açıklama yapmadı, bu yüzden bana neden merhaba demediğini asla bilemeyeceğim ama “Apocalypse Now” ya da “The Godfather” gibi filmler hakkında saygısızca şeyler söylediğim için olduğunu sanıyorum.

Jonathan Rosenbaum & Pedro Costa
Pedro Costa’dan bahsettiniz, size sormak istediğimiz isimler ise Jean-Marie Straub ve Danièle Huillet. Çünkü kolektifimiz Othon Cinema’nın ismi onların “Othon” filminden esinlenmiştir. Peki onların sineması kişisel olarak sizin için veya genel olarak sinema tarihi açısından ne ifade ediyor?
Bir bakıma çok önemliler. Filmlerinin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk retrospektifinin küratörlüğünü ben yaptım. En iddialı kitaplarımdan biri olan en son kitabımın adı In Dreams Begin Responsibilities: A Jonathan Rosenbaum Reader. Bu kitabın sonlarına doğru hepsi farklı dergiler tarafından alınmış ve bir arada bütünlüğünü sağlayan makalelerim var. İlki Godard için, ikincisi Straub için ve üçüncüsü de Michael Snow için bir ölüm ilanıydı. Straub ve Huillet’yi ele alış şeklim bir saldırı gibi görünebilir ama aslında öyle değildi, onları köylüler gibi görüyordum -Dovzhenko ve Jia Zhangke’nin köylü olduğu gibi köylüler. Başka bir deyişle, büyük şehir sofistikasyonuna sahip değillerdi. Ama aynı zamanda Straub’un film zevkinden dolayı ondan çok şey öğrendim. Öte yandan bazı şeyleri beğenirken ya da diğerlerini beğenmezken tamamen mantıksız olduğu bazı yollar vardı. Deneysel olsun ya da olmasın gerçekten büyük bir sinemacının bir işareti de eserlerini tartışmak için yeni kurallar icat etmeniz gerektiği olduğunu düşünüyorum ve bence bu Straub-Huillet için kesinlikle doğru.
Hölderlin, Mallarmé, Kafka ve Pavese’nin en karmaşık metinleri ile uğraşan biri hakkında köylü diye bahsetmek neredeyse bir paradoks gibi. Sanki ancak bir şehir insanını bu yüksek edebiyat metinlerinden haberdar olmakla ilişkilendirebilirsiniz.
En sevdiğim Amerikalı yazar William Faulkner’dır ve kendisi kesinlikle bir köylüdür ama öte yandan çok sofistikedir. Straub’un Chaplin hakkında çok şey bilmesi ve Dovzhenko’nun birçok büyük şehir sanatçısını tanıması hatta örneğin George Grosz ile çalışması gibi o da Joyce hakkında çok şey biliyordu. Bu insanlarla ilgili tahminlerimizi zorlaştıran şeylerden biri de geçmişte Godard, Straub ve Michael Snow gibi insanlar hakkında sadece büyük şehirlerde yaşayan zevk sahipleri tarafından yazılması ya da yazılmasının beklenmesidir. Sonuç olarak insanların kafası karışıyor ve sofistike olmak için büyük bir şehirde olmak gerektiğini düşünüyorlardı.
Aslında uzun yıllar New York’ta yaşadıktan sonra, New York’u memleketim Alabama’ya çok benzetiyorum; yanlış bir şey söylediğinizde insanların kolayca alınabileceği küçük bir kasaba gibi. Chicago’da durum daha rahat ve yine bunun nedeni Chicago’nun çok fazla güce sahip olmaması. Chicago’da film eleştirmeni olmak daha kolaydı çünkü kimse sizi aşağı çekmek için beklemiyordu. New York’ta ise insanlar sanki dairenize sahip olabilmek için ölmenizi bekliyorlar. Çok rekabetçiler ve ben rekabetten nefret ediyorum. Bence çocukça çünkü çoğu zaman gerçek başarının ne olduğunu tahrif ediyor ya da çarpıtıyor.
Sizin başarılı olduğunuzu ve bir başkasının da bu başarının üzerine gölge düşürmeye çalıştığından mı bahsediyorsunuz?
Evet, başarıyı ölçmenin farklı yolları var. Pek çok insan sanat ve eğlence alanındaki başarıyı ne kadar para kazandıklarına göre değerlendiriyor. Bu standarda göre, James Joyce gibi insanlar önemli sanatçılar değillerdi çünkü para kazanmadılar. Benim de hissetmeye başladığım bir şey var: Hiçbir zaman ana akım bir yazar olmadım ama Chicago Reader‘da yazarken temelde ana akım bir okuyucu kitlem vardı. Şu anda sahip olduğum kitle çok daha küçük ama aynı zamanda çok daha yoğun ve etkileşimli. Aslında bunu yeni kitabımda da söylüyorum: Kült bir yazar olmayı seviyorum. Artık okurlarımla aramda daha yoğun bir ilişkim var ve bu durum hoşuma gidiyor.
Evet, samimi okuyuculara sahip olmak yüzeysel okuyuculardan daha iyidir. Nicelik, nitelikten daha önemli değildir.
Doğru, diyelim ki kült bir eleştirmen olarak popüler olmamın nedenlerinden biri de meslektaşlarımın yazmadığı bazı sinemacılar hakkında yazmam olabilir. Bana göre modern çağın en büyük sinemacılarından biri olan Kira Muratova hakkında yazan çok az Amerikalı, hatta Kuzey Amerikalı film eleştirmeni tanıyorum. Ama New York Film Festivali’nde hiç filmi gösterilmedi. Çoğu Amerikalının film kültürü olarak gördüğü şeyde o aslında yok sayılan biri. Bazen böyle oluyor çünkü insanlar her ülkede sadece bir büyük sinemacıyı dikkate alabiliyorlar. Bu, “İspanya’da Pedro Almodóvar var” gibi bir şey. Sanki sadece bir tanesine yer varmış ve eğer yeni ve harika bir İspanyol sinemacı keşfederseniz o zaman kişi Almodóvar’ın yerini alıyormuş gibi. Bu neredeyse taşralı ve köylü olmanın ne demek olduğunu tanımlıyor ama film kültürünün büyük bir kısmı böyle işliyor.
Godard ve Straub-Huillet hakkında yazdığınız metinde, Straub-Huillet’i köylü gibi gösteren şeyin, onların sosyal becerilerinin eksikliği olduğunu da söylemiştiniz. Yani Godard görgü kurallarını, insanlarla nasıl başa çıkılacağını ve bunun yolunu nasıl bulacağını biliyordu ama onlar sosyal bir bağlamda hareket edemiyorlar mı demek istiyorsunuz?
Evet, doğru. Bunun bir kısmı da en iyi film yapımcılarından bazılarının takıntılı olmasıyla ilgili. Straub-Huillet çok takıntılıydılar ve temelde kendi dünyalarında yaşıyorlardı ancak daha geniş bir dünyada pek de rahat yaşayamadılar. Bu onlar için zordu. Asi oldukları gerçeği, bazı insanların onlara gereğinden fazla değer vermesine neden oldu ve hatta daha geniş kitleler onları küçümsedi çünkü popüler değillerdi ve yeterince para kazanmıyorlardı. Yani onlar karmaşık figürler. Ama bence en iyi sanatçılar karmaşık figürler olma eğilimindedir. Bazen neden bazı sinemacıların yeteneklerinin hemen fark edildiğini ve diğerlerinin gelecek nesilleri beklemek zorunda kaldığını sormak zorunda kalıyoruz.

Straub & Huillet
Söylem her zaman değişebilir. Küratörler ve festival programcıları gibi söylem üzerinde gücü olan insanlar onu şekillendirme gücüne sahipler galiba. Örneğin, eğer deneysel sinemaya festivallerde ve müzelerde yer verilmezse bu sinemanın peşinden gitmek adına yoğun bir gayreti olmayan herkes için aslında deneysel sinema diye bir şey yokmuş gibi olabilir.
Evet, kesinlikle. Ve bence enteresan olan şey, genellikle en ilginç yönetmenlerin insanların nereye koyacaklarını bilemedikleri kişiler olması. Radu Jude’un bunun iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum çünkü bazıları onu deneysel bir yönetmen olarak kabul ediyor. Ama herkes böyle düşünmeyebilir çünkü onun tüm filmleri deneysel değildir. Gerçekten ilginç olan şeylerden biri, Godard yenilikçi olarak Alain Resnais’den daha fazla kredi alsa da Resnais her filminde Godard’dan daha fazla risk almıştır. Yaratıcılığı ve filmlerinde yer alan gerçek deneyler açısından bir film yapımcısı olarak neredeyse her şeye yeniden başlardı.
Ama ne yazık ki her Alain Resnais filmi “Hiroshima Mon Amour” ya da “Last Year at Marienbad” gibi de değildir.
Bu doğru ama Michael Snow’un her filmi de “Wavelength” ya da “*Corpus Callosum” değil.
Genel olarak sinema üzerine kitap yazmakla ilgili bir sorumuz var, siz epeyce önemli kitap yazdınız. Sinema, edebiyattan farklı olarak görsel bir sanat olduğu için görsel bir temsili yazıya aktarmak ve genel olarak sinema üzerine kitap yazmak hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence filmle ilgili en iyi yazarlar bunu çok faydalı bir etkinlik, en az ilginç ya da yaratıcı yazarlar ise bazen bunu bir bela haline getiriyor. İkisinden biri de olabilir. Şu anda dünyadaki en ilginç film eleştirmeninin ismini vermem gerekseydi muhtemelen Japonya’dan Shigehiko Hasumi’den bahsederdim. Bunun nedeni de filmlere bakış açımı gerçekten değiştirmesi. Ozu hakkında yazdıkları… Nihayet yazıları İngilizce olarak yayınlandı. O, Ozu’yu herkesin gördüğünün tam tersi olarak görüyor. Yani çoğu eleştirmen onun Japon sinemacılar arasında en Japon olduğunu söylerken Hasumi onun en az Japon olduğunu söylüyor çünkü tüm filmlerindeki hava Japonya’nın değil Güney Kaliforniya’nın havası.

Shigehiko Hasumi
Yazıları nereden yayınlanıyor?
Şimdi oldukça yaşlı, sanırım 90’lı yaşlarının başında ama zamanında Japonya’daki büyük film dergilerinin büyük kısmı için yazdı. Ne yazık ki çalışmalarının çoğu çevrilmedi. Aslında John Ford hakkında Rouge (http://www.rouge.com.au) veya Lola Journal’da (http://www.lolajournal.com/) erişebileceğiniz harika bir yazısı var. John Ford filmlerinde insanların bir şeyleri fırlattığından bahsediyor ve bunun örneklerine bakmaya başlayana kadar çok önemsiz ya da aptalca görünüyor. Başından sonuna kadar bunun Ford’un işinde önemli bir şey olduğunu görüyorsunuz. Son filmi “7 Women”ın son sahnesi birinin bir şey fırlatması ile biter. Howard Hawks hakkında söyledikleri de çok ilginç.
O sadece bir film eleştirmeni değil, aynı zamanda bir roman yazarı ve hatta bu alanda ödül bile kazanmış. Bir edebiyat eleştirmeni ve Fransa’da doktorasını yaparken Roland Barthes ile röportaj yapmış. Fransız kültüründen etkilenmiş ama çok özgün kalmış. Japonya’da onunla vakit geçirdiğim dönemde Tokyo Üniversitesi’nin rektörüydü, seçimle gelinen bir pozisyondu ve yani Tokyo Üniversitesi’nde o kadar popülerdi ki dört yıl boyunca rektörlük yaptı.
Ama ilginç olan, belki de çok farklı bir kültürden geldiği için John Ford veya Howard Hawks’a baktığında farklı bir şeyler görebilmesi.
Doğru, bu mümkün. Ama sadece farklı bir kültürden geldiği için değil; bir anlamda hem Fransız hem de Japon kültüründen geliyor. Örneğin Japon sineması hakkında söylediği daha ilginç şeylerden biri, onu sevmesinin nedeninin Hollywood sinemasına en yakın sinema olmasıdır. Hollywood ve Japon sineması hakkında sevdiği şey, bunların stüdyo sinemaları olmalarıdır ve bunun için gerçekten bir argüman sunar. Neredeyse bizim alışık olduğumuzdan tamamen farklı bir temelden başlar ama eleştirinin yapması gereken de budur -bizi şeyleri yeniden düşünmeye ve farklı görmeye yönlendirmek.
Başka bir örnek vermek gerekirse, Ozu hakkında beni biraz şoke eden şey, Tokyo’dayken birçok yüksek lisans öğrencisiyle tanışmama ve tüm filmleri dijitalde mevcut olmasına rağmen hiçbirinin Ozu’nun sessiz filmlerini izlememiş olmasıdır. Bu beni biraz şaşırttı çünkü en sevdiğim Ozu filmi, “I Was Born, But…” adlı bir sessiz bir film ve Hasumi’nin en sevdiği film de başka bir sessiz film olan “That Night’s Wife,” ki bu film bile büyük bir film olarak kabul edilmiyor. Bence bizi bir sinemacıya duyduğumuz takdirin temelini yeniden düşünmeye zorlayan her eleştirmen sırf bu sebepten çok değerlidir.

I Was Born, But… (1932)
Ama bunu bilmek güzel, belki bazı yazılarını Türkçe’ye bile çevirebiliriz. Bir sonraki soru ise ne izlemeli veya film bilgisi nasıl edinilmeli hakkında. Daha önce söylediğiniz gibi, geçmişte dünya sinemasına genel bir bakış elde etmek için New York veya Paris’te yaşamak gerekiyordu ama bugün, Criterion, MUBI ve hatta film indirme platformları sayesinde bir kişi sinema tarihindeki neredeyse her filme ulaşabilir. Ayrıca daha fazla film üretiliyor. Peki sizce eğer biri bu yolculuğa yeni başlıyorsa ve sinema tarihine göz atmak istiyorsa ne tür bir kanonu önerirsiniz veya hangi yolu izlemeleri gerekir?
Şunu söylemeliyim ki, sinema tarihini ilk göz atmaya başladığımda her şeyi kendi kendime öğrenmek zorunda kaldım. İlgi duymaya başladığım zaman sadece sinema eğitimi veren çok az yer olduğu gibi olanlar da gerici pozisyonlara sahipti. 1960’ların başında sinemaya bir sanat formu olarak ilgi duymaya başladığımda, “Citizen Kane” hakkında yazılmış kitaplar onu biraz olumsuz şekilde ele alıyordu. Sinema hakkında pek bilgi sahibi olmayan insanların onun çok sinematik olduğunu düşündüklerini ancak aslında tüm tekniklerin tiyatro ve radyodan geldiğini söylüyorlardı. “The Liveliest Art” ve “The Film Till Now” ile James Agee de Orson Welles’e karşı olumsuzdu. O zamanlar film hakkında çok az kitap vardı ancak Arthur Knight ve Paul Rotha’nın kitapları aslında Hollywood’u savunuyordu. Welles’i sevmek belli açılardan Hollywood’u sorgulamak anlamına geliyordu ve bunu pek de yapmak istemiyorlardı.
Sinemaya ilk ilgi duymaya başladığımda benim için çok önemli olan şey en iyi 10 film listeleriydi. İlk satın aldığım film dergisi, 1962 yılında Sight and Sound’du ve dünya çapındaki eleştirmenlerin en iyi 10 film listesini içeriyordu. Bu eleştirmenlerin beğendiği filmleri mümkün olduğunca izlemeyi kendime görev edindim. Bence insanların sinema tarihini gerçekten öğrenebilmelerinin tek yolu, sevdikleri şeylerden başlayıp o filmlerin onları nereye götüreceğini görmektir. O tarihle farklı şekillerde ilişki kurabilirsiniz. Görmeniz gereken en büyük filmlerin tek bir kesin listesi yok ve bu yüzden birkaç farklı listeye bakmalısınız.
Yani sizce bir izleyicinin kendisine bir niş bulması haklı buluyorsunuz değil mi? Diyelim ki birisi Japon sinemasına ilgi duyuyor ve Fransız Yeni Dalga ya da John Ford filmlerini izlememiş. Bu niş, bölge veya dönem hakkında bilgi edinmek ve daha sonra bu evrensel bilgiye sahip olmak yerine bunun üzerinde çalışmak daha mı iyidir? Çünkü bunu elde etmek neredeyse imkânsız.
Bence önemli olan bunun sizin için neden önemli olduğunu yeniden keşfetmeniz gerektiğidir. Birinin size bunun önemli olduğunu söylediği için değil, özellikle sizin için bir şey yapmasıdır. İnsanlar bunu yapmaktan genellikle korkar çünkü uzmanlara güvenmek isterler. Fakat bir anlamda da sinemada uzman olmadığınızı söyleyebilirsiniz çünkü çok fazla ve birbirinden farklı sinema tarihi vardır. Şu anda listelerin bu kadar önemli olmasının nedenlerinden biri de insanların eskisinden çok daha fazla seçeneğe sahip olmaları ve rehberliğe ihtiyaç duymalarıdır. Ben de bundan faydalandım. Chicago Reader için yazdığım en popüler yazı, Amerikan Film Enstitüsü’nün listesine karşı çıkan 100 favori Amerikan filmi hakkındaydı. Bu yazı o kadar okundu ki sonunda “Essential Cinema” adında bir kitap düzenledim ve içine 1000 favori filmimden oluşan bir liste ekledim, elbette bu da popüler oldu.
İzlediğiniz her filmin notunu tutuyor musunuz? Bir listeniz var mı?
Özellikle şu an teorik olarak emekli olduğum için hayır. Profesyonel bir film eleştirmeni olduğumda beğensem de beğenmesem de her filmi sonuna kadar izlemek zorundaydım. Şimdi eğer beni sarmadığını fark edersem on veya otuz dakika içerisinde o filmi yarıda bırakıyorum. Çok sık notlar alırdım ama sonra onlara hiç bakmaz veya referans vermezdim. Bazen sadece yazmak, notlara bakmasanız bile bazı şeyleri hatırlamaya yardımcı olur. Bazen çok beğendiğim filmler hakkında not almazdım çünkü onlarla nasıl başa çıkacağımı hala anlamaya çalışıyorum.
Komik olan şu ki, bugün Letterboxd var ve muhtemelen herkesin izlediği tüm filmleri kaydetmek için Letterboxd’ta olduğunu biliyorsunuzdur. “Not Jonathan Rosenbaum” adlı bir hesap var ve bu hesap sizin izlediğiniz filmlerle ilgili eleştirilerinizi paylaşıyor. Ama sanırım siz kullanmıyorsunuz. Letterboxd’ta kişisel bir hesabınız var mı?
Letterboxd’a girdim ve oradaki bazı oyunlarını oynadım ama bunu bir süredir yapmadım. Geçen yıl izlediğim en heyecan verici filmi bu yıl izledim. Geçen yıl Cannes’da gösterilmişti. Adı “Inside the Yellow Cocoon Shell.” Siz izlediniz mi?

Inside the Yellow Cocoon Shell (2023)
İzledik evet. Oldukça uzun bir film.
Bu film bana göre sinemanın kurallarını neredeyse yeniden icat eden, beni çok heyecanlandıran bir filmin gerçek bir örneği. Şu anda kamera hareketleri -tekinsiz veya rahatsız edici kamera hareketleri- hakkında kısa bir kitap yazıyorum. Kitabı yazdığım serinin editörlerinden biri bana bu filmin linkini gönderdi. Aksi takdirde izleyemezdim. Bu film hakkında yazmak zorunda olduğumu hissediyorum çünkü öznel gibi görünen ama öyle olmadığı açık olan kamera hareketleri var ve sonra onları tam olarak nasıl okuyacağınızı bilemiyorsunuz.
Film eleştirisinde “film analizi” ile “film incelemesi” arasındaki fark hakkında bir tartışma var. Siz bu ikisi arasında nasıl bir ayrım yapıyorsunuz?
Bu ayrım, bir bakıma ana akım film incelemesi ile akademik film yazıları arasındaki ayrım ile paraleldir. Bence bu iki alandan birinde çalışan birçok insanın diğer alanı görmezden gelmesi talihsiz bir durum çünkü ciddiye alınmayı hak eden herhangi bir film eleştirmeninin her iki konuda da biraz bilgi sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. Her iki durumda da yazıların çoğu ilginç değil ama aynı zamanda bir yandan da bu yazılarla güncel kalmak zorundasınız. En sevdiğim Amerikalı akademik film eleştirmeni James Naremore ve ondan çok şey öğrendim. Bunun bir kısmı, başlangıçta film alanında değil de edebiyat alanında akademisyen olmasından kaynaklanıyor. Bu durumun çalışmalarına ek bir boyut kattığını düşünüyorum.
Tamamen katılıyoruz ve akademik yazıların çok analitik olduğunu düşünüyoruz; bazen çok anlaşılmaz olabiliyorlar. Öte yandan film incelemeleri de bazen tamamen analizden yoksun olup, sadece izlenimler ve birkaç sıfattan ibaret olabiliyor. Bu yüzden daha fazla bağlantı olması -analitik bir vurguya sahip ama çok da anlaşılmaz olmayan incelemeler olması arzu ediliyor. Bu tür incelemeleri bulmak biraz zor.
Anlıyorum. Ancak yeni koleksiyonumda ben de film eleştirisinin bir sanat formu olduğunu savunuyorum ve bu pek çok insanın kabul etmeyeceği bir görüş. Tıpkı sinema sanatını yeniden icat eden sinemacılar olduğu gibi bence film eleştirisi sanatını yeniden icat eden eleştirmenler de var. Bir bakıma, en iyi insanlar kendi kurallarını koyanlardır.
Tüm eleştiri türlerinde (film, edebiyat, müzik) öznel olmak ile nesnel değerlendirme yapmak arasında bir ikilem vardır. Siz bu çizgiyi nereden çekiyorsunuz?
Eleştiride nesnelliğin var olduğunu düşünmüyorum. Tanrı’ya inanıyorsanız ve nesnel dediğiniz şeyin Tanrı’nın bakış açısı olduğunu söylüyorsanız nesnellik var olabilir. Ama Tanrı’ya inanmıyorsanız veya Tanrı’ya inanıp inanmadığınızdan emin değilseniz nesnelliğe inanmak oldukça zordur çünkü ben nesnelliğin tam olarak ne anlama geldiğini bile bilmiyorum. Nesnellik, umursamamak demektir ve umursamıyorsanız eleştiri yazmanınız anlamı nedir? Bana göre nesnellik fikrinin tamamı yanlış temellere dayanmaktadır.
Ama o zaman eleştiriyi zevkten ayırt etmek zor olabilir. Çünkü belli ki bir film zevki var ve bazı eleştirmenler Bela Tarr veya Pedro Costa’yı sevebilir ve onları büyük film yapımcıları olarak görebilir. Onlar hakkında olumlu yazarlar ama Tarr ya da Costa’yı asla izlemeyecek insanlar da vardır. Zor bir film hakkında yazan biri, çok niş bir zevke sahipse, eleştirmen kendi zevkini mi onaylamalı yoksa bu tür bir filmi izlemeyecek bir okuyucuyu mu hayal etmeli?
Sanırım her eleştirmen bu soruna farklı yaklaşıyor. Bence objektiflik konusunda yapılabilecek en iyi şey, kişinin kendi öznelliğinin nasıl oluştuğu konusunda objektif olmasıdır. Başka bir deyişle, ben bu yüzden otobiyografik olma eğilimindeyim, böylece beni okuyan insanlar fikirlerimin nereden geldiğini bilebilirler. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kendi eleştirilerimde diğer eleştirmenlerden alıntı yapma eğilimindeyim ve bu kısmen bir eleştirmenin herhangi bir konuda son sözü ya da ilk sözü söylemesini beklememeniz gerektiği fikrine dayanıyor. Film eleştirmenliği sosyal bir faaliyettir ve belli bir sosyal işlevi vardır. Bence kısmen bu şekilde değerlendirmek gerekir.
Pedro Costa ya da Bela Tarr hakkında verdiğiniz örneği ele alırsak: David Walsh adında World Socialist web sitesi için yazan oldukça iyi bir film eleştirmeni var. Son iki kitabımı beğendi ve benimle onlar hakkında röportaj yaptı ancak kitabın giriş yazısında Pedro Costa ve Bela Tarr hakkında yazdıklarımla ilgili benimle aynı fikirde olmadığını belirtti çünkü onların politik meseleleri onun benimsediği şekilde analiz etmediklerini düşünüyor. Ne onların analizlerine ne de belirli şeyler hakkındaki analiz eksikliklerine katılıyor. Ancak bu konuda çok açık sözlüydü ve bu yüzden bu yönetmenler adına misyonerlik yapma konusunda tereddüt ediyordu.
Yani yazınızda öznel bakış açınızı onaylamanın ve bunun için argümanlar sunmanın haklı olduğunu söylüyorsunuz çünkü birçok filmle ilgili herhangi bir metni okuduğunuzda sanki o metni Tanrı’nın sesiymiş gibi hissediyorsunuz. Metin, öznelliği kabul etmek istemiyor ve çok az insan bunu yapıyor, “Beğendim ve bunun benim görüşüm ve zevkim olduğunu biliyorum” demek gibi.
Bence belirli bir radikalizmi daha da ileriye taşımak mümkün. Bir film bir kişi için iyi, başka bir kişi için kötü ve hatta zararlı olabilir. Dolayısıyla, bir şeyin iyi olduğunu varsaydığımızda, herkesin aynı zevke sahip olması gerektiği anlamına gelmez, bu saçmadır. Daha geniş bir kitleye ulaşmak için genellikle belirli uzlaşmalar yapmak gerektiğini düşünüyorum ve bu tamamen kimin için yazdığınıza bağlıdır.
Robert Bresson’dan bir alıntı: “İnsanların bir filmi anlamadan önce hissetmelerini tercih ederim.” Siz bu söz hakkında ne düşünüyorsunuz?
İnsanlara bakış açımız da böyle olabilir. Bazen tanıştığınız birinden hoşlanırsınız ama nedenini bilmezsiniz ve bu daha sonra ortaya çıkar. Sanırım eskiden insanlar eleştirmen olmanın “Last Year at Marienbad”ı açıklamak gibi açıklanamayacak şeyleri açıklamak olduğunu düşünürdü. Ama ben aslında bir film eleştirmeni için daha değerli olabilecek şeyin gizemi çözmek değil de derinleştirmek olduğunu düşünüyorum. Mesele şu ki, eğer gizemi derinleştirmek istiyorsanız, bu onun açık uçlu olduğu anlamına gelir.
Sanat ve eleştiriyi değerlendirme şeklimizin büyük ölçüde kapanışla ilgili olduğunu düşünüyorum. Eğer kapanış arıyorsanız, bu, bir eleştirmenin harika olduğunu söylemesini ve bunun yeterli olmasını istemeniz anlamına gelir. Kitabı kapatın. Oysa başka bir yaklaşım ise seçenekleri açık bırakmaktır. Çoğu ticari film, sinemadan çıktığınızda unutabileceğiniz bir kapanışa sahip olacak şekilde tasarlanmıştır. Bir film eleştirmeni olarak sürekli unutkanlıkla uğraşmak zorundasınız çünkü beğenmeseniz bile bu hafta vizyona giren filmlerin önemli olduğunu söylemek zorundasınız. Sonra da bu hafta hakkında yazdığınız filmleri unutup gelecek hafta vizyona girecek olan ve yine önemli görünmesi gereken filmlere yer açmak zorundasınız. Yani temelde bu iş bir yalana dayanıyor, ancak film eleştirmenliği kurumunu ayakta tutmak için bu yalanı kabul etmek zorundasınız çünkü aksi takdirde işinizden olursunuz.

Pickpocket (1959)
Ancak gördüğümüz şeyi hemen rasyonalize etmeye çalışma eğilimimiz olduğu ve duygularımıza yer vermediğimiz doğru. Bir filmi izledikten hemen sonra bir film eleştirisi yazıyorsanız ve bu karmaşık bir filmse işiniz çok zor olabiliyor. David Lynch’in “Mulholland Drive” ya da “Lost Highway” filmlerini düşünüyoruz. Bu filmi sinemada ilk kez izleyen birinin ertesi gün bu filmden bir şey çıkarabileceğini sanmıyorum. Tekrar tekrar izlemek size daha fazlasını verir, bu yüzden bazen esrarengiz bir şey hakkında hemen yazmak daha zordur, değil mi?
Evet, kesinlikle. 70’lerde Film Comment’te yazdığım bir yazıyı hatırlıyorum. Adını “Jacques Rivette’in ‘Duelle’ Filminin İlk İzleyişi Üzerine Notlar” koymuştum. Hakkında yazabileceğim tek şey buydu. Filmi sadece bir kez izlemiştim çünkü senaristiyle arkadaş olduğum için gösterime girmeden önce izleyebilmiştim. Bu yüzden sadece “ilk izleyiş üzerine notları” yazdım.
Kimse bundan daha fazlasını bekleyemez. Bloglar, fanzinler ve genel olarak internet çağında, insanların yazabileceği ve okuyabileceği bu kadar çok yer varken film eleştirisi hakkındaki görüşünüz nedir?
Aslında, Sight and Sound’un belli bir dönemde şimdi aradığımız çeşitliliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Tabii ki devlet parasıyla desteklenmiş olmaları bunu sınırlıyordu. Bir gündemleri yoktu. Birçok dergide olan şey, sonunda sevdikleri bir yazar grubuna sahip olmaları ve sadece onların dergi için yazması. Kendilerine gönderilen diğer şeyleri okumaz veya dikkat etmezler ve bunun talihsiz olduğunu düşünüyorum. Bir dergi için ideal olan, birden fazla şey yapması ve mutlaka tek bir bakış açısına uymaması gerektiğidir.
Günümüzde çok daha fazla kötü yazı yazıldığını söylediğinizde, bununla bağlantılı bir soru da şu oluyor: Film hakkında nasıl iyi yazılacağını öğrenmenin iyi bir yolu nedir? Yani film eleştirisi üzerine verdiğiniz bir dersten bahsettiniz. Sizce yazmayı öğrenmeye çalışan birinin ünlü eleştirmenleri okuması ve onların üsluplarını, yaklaşımlarını, argümanlarını anlaması ve bunları değiştirmesi tavsiye edilebilir mi?
Tabii, eğer tarzın ne yaptığını anlıyorsanız. Öğrencilerimin eski öğretmenleri Manny Farber’ı taklit ettikleri zaman yapabileceğim şey, “Tamam, onu taklit edin ama onu taklit ettiğinizi bilin. Ve aynı zamanda, onu taklit ettiğiniz için kendinizde sergilediğiniz özelliklerin eleştirisini de yazın” demek olabilirdi. Üniversitede İngilizce bölümü öğrencisiyken, bir şeyden gerçekten etkilenmişsem bazen o yazarın bir parodisini yazmakla görevlendirilirdim. Çünkü onları taklit etmeye başladığınızda, bu durum neredeyse onları sisteminizden temizlemenin bir yoludur. Bu yüzden eğer daha büyük bir yöntemin parçası olarak yapılırsa bunun iyi bir şey olabileceğini düşünüyorum.
Bu yüzden belki de bazı örnekler bulmak ve onların ve sizin nasıl yazdığınızın farkında olmak iyi olabilir çünkü bazı insanlar hiçbir referans olmadan birdenbire yazmaya başlarlar -sadece hissettiklerini yazarlar ve bu muhtemelen bir bakıma yeterli değildir.
Komik olan şu ki, hissettiklerinizi ifade etmek için tasarlanmış bir yazı türü bile var. Ama keşif için de başka bir yazı türü var. Bir cümleye nereye varacağını bilmeden başlıyorsunuz ve yazı bir keşif aracı haline geliyor. Belki de film eleştirisi yazmadan önce roman yazma geçmişim olduğu için bu yazı şekillerinin her ikisinin de meşru olduğunu düşünüyorum. Roman yazarken beni en çok heyecanlandıran şeyin, bir karakterin aniden beklemediğim bir şey yapması olduğunu söyleyebilirim. Başka bir deyişle, kendi bilinçaltımı bir başka seyirci olarak takip ediyormuşum gibi hissediyorum ve bu çok heyecan verici olabilir. Eleştiride de aynı şey bir şekilde olabilir çünkü bazen bir filme gerçekten dahil olduğunuzda yazar olarak yaptığınız şey daha önce farkında olmadığınız belirli üslup veya tematik özellikleri yeniden üretmektir. Bu oldukça ilginç hale gelebilir -buna taklitçi eleştiri de denenebilir.
Sizce film hakkında yazma tarzı son 50-60 yılda evrim geçirdi mi? Geçmişte daha yüksek bir standart var mıydı ve bu değişti mi?
Evet, farklı standartlar var. James Agee’yi okumayı seviyorum çünkü o harika bir yazardı ama onun harika bir film eleştirmeni olup olmadığını bilmiyorum. Bazen öyleydi ama çoğu zaman çok kötüydü çünkü bir film gerçekten ilginç şeyler yapabilirdi ve o tamamen kör kalırdı. Farklı eleştirmenleri okumak için farklı nedenler var ve bence bazen onların ele aldıkları konular söylediklerini ilginç kılıyor. Tabii bazen de tarzları.
Pek çok Amerikalı’nın Manny Farber’ın atası olarak gördüğü ve caz hakkında da yazan Otis Ferguson’un hiç ilgi çekici olmadığını düşünerek pek çok meslektaşımdan ayrılıyorum. Yazdığı hiçbir şeyi ilginç bulmadım. Bir caz ve film hayranı olmama rağmen ne caz eleştirilerinden ne de film eleştirilerinden hatırlayabildiğim kadarıyla hiçbir şey öğrenmedim. Ancak başkaları farklı düşünüyor olabilir ve aslında onlardan yapmalarını isteyeceğim şeylerden biri de Otis Ferguson’u neden daha çok sevmem gerektiğini söylemeleri. Ona neden normalden daha fazla değer vermem gerektiğini gösterin.
Örneğin, herkesin görmezden geldiği ve bence çok daha ilginç olan bir film eleştirmeni, 1920’lerden bir figür olan Harry Alan Potamkin’dir. O, bir Amerikalı Marksistti ve aynı zamanda Carl Dreyer gibi insanlarla röportaj yapan ve şiir yazan biriydi. Birçok açıdan ilginçti. Genellikle bir şeyi kabul ettiğinizde bunu kullanabileceğiniz için yaparsınız. Kimse gerçeği kendi başına ilginç bulmaz. Bu her zaman ihtiyaç duyduğunuz veya istediğiniz başka bir şey uğruna olur. Bu nedenle belirli bir eleştirmenin yazılarına yönelik birçok farklı gerekçe vardır ve iyi bir analitik yazar bu nedenlerden bazılarının ne olduğunu öğrenmelidir.

Yani mesele doğru yaklaşım ve doğru amaç için doğru stili bulmaktır. Yazmak ile sinema yapmak arasındaki bağlantıya dair bir soru: Fransız Yeni Dalga ve Cahiers du Cinéma örneğini alırsak, insanlar sinemayı yazmaya, analiz etmeye, sonra da kendileri film yapmaya başladılar. Birlikte yazmakla sinema yapmak arasındaki bu bağlantıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sürekli kendini tekrarlayan bir inancım var ama bu konuda benimle hemfikir olan var mı bilmiyorum. Bu da Godard’ın film yapımcılığının bazı eserlerinde sıklıkla film eleştirisine dönüştüğüdür. Başka bir deyişle, taklit ettiği şeyi Godardvari bir şeye dönüştürür. Bunu yaparak bize film hakkında bir şeyler öğretir. Bunu yapan ve yazar bile olmayan bir başka kişi de Alain Resnais’dir. Alain Resnais sinema tarihi hakkında çok şey biliyordu. Bu pek bilinmez ama Resnais gençken André Bazin’i Alman Dışavurumcu sinemasıyla, Fritz Lang gibi insanlarla tanıştırdı. Filmlerini izlediğinizde aslında diğer sinemacılardan ve hatta 1950’lerin MGM müzikallerinden neler öğrendiğini görebilirsiniz.
Öte yandan Martin Scorsese, Paul Schrader ya da Brian De Palma’nın “Vertigo”daki 360 derecelik çekimi de dahil. Bu bana hiçbir şey öğretmiyor. Şu anda yazdığım bir yazıda bunu bir köpeğin “burası benim yerim” demek için belirli bir toprak parçasına işemesine benzetiyorum. Bir saygı duruşunun neden ilginç ya da değerli olması gerektiğini anlamıyorum. Neden beğendiğinizi açıklamadan veya beğeninizi yorumunuzu etkileyecek şekilde ifade etmeden sadece “bunu beğendim” demenin ne değeri var bilmiyorum.
Komik olan şu ki 360 derecelik kamera hareketinin -ki bu her zaman bir paradokstur çünkü genellikle etrafında döndüğünüz figürleri ön planda tutmayı gerektirir- Carl Dreyer’in “Ordet” filmine kadar uzandığını düşünüyorum. Belki Hitchcock bile bu fikri tamamen farklı bir bağlamda “Ordet”den almıştır. Genelde bu tür bir soyağacı bulamazsınız. Bana öyle geliyor ki pek çok film yapımcısı Eisenstein’ı sevdiklerini göstermek için merdivenlerden inen bir bebek arabası göstermeye bağımlı, ki bu aslında biraz da aptalca.
Bu sadece bildiğinizi göstermek ya da hava atmakla ilgili değildir; bilginizi üretken bir şekilde dönüştürmek ya da eleştirmekle ilgilidir.
Evet, kesinlikle. Bu yüzden Rivette ve Godard’ın bunu belli bir ölçüde yaptığını düşünüyorum. Garip bir şekilde Straub ve Huillet bunu yapmıyor ya da en azından tanıyabileceğim şekilde yapmıyorlar. Yani bana Chaplin hakkında çok şey öğretti ama bunu filmleriyle değil röportajları aracılığıyla yaptı.
Straub, Chaplin’in en iyi editör olduğunu çünkü bir jestin nerede başlayıp nerede bittiğini bildiğini söylerdi.
Evet, bu gerçekten harika ve bunu kimse düşünmemişti. Ama Godard bile belirli bir dönemde Eisenstein’ın montajdan ziyade kompozisyon ve açı anlayışı için daha çok kutlanması gerektiğini belirtti. Bence bu yaklaşımla, “Ivan Grozny” de “Battleship Potemkin” veya “October” kadar değerlidir. Oysa diğer bakış açısına göre her şey montajla ilgili diyorsanız “Ivan Grozny” ilginç bir film değildir çünkü montajla ilgili çok ilginç bir şey yapmaz. Açıkçası bu çok dar bir bakış açısıdır. “Ivan Grozny” hakkında gerçekten sevdiğim şey yüksek sanat ve düşük sanat arasında yapabileceğimiz her türlü ayrımı tamamen yok eden bir film olması. Hem Walt Disney hem de aynı anda çok entelektüel bir filmdir.
Yazmakla ilgili bir başka soru da deneysel sinemayla ilgili. Bu çok zorlayıcı çünkü deneysel filmler zaten soyut ve anlatıya sahip olmayan işler ve yazı denen şey de bir soyutlama biçimidir. Dolayısıyla soyut bir film hakkında soyut bir şekilde yazmak -Stan Brakhage ve onun boyalı filmlerini ya da Michael Snow’u düşünürsek- tutunacak bir zemin bulmak çok zor. Deneysel filmler hakkında yazmak konusunda ne düşünüyorsunuz?
Deneysel sinema üzerine yazılan çoğu yazıda sorunlu bulduğum şey, deneysel filmler hakkında nasıl düşünüleceğine odaklanılması ama bu filmlerin nasıl izleneceğine odaklanılmaması. Bence filmleri deneyimlemenin nasıl bir şey olduğu ve bunun sonuçlarının ne olduğu hakkında yazarken çok daha fazla duyguya ihtiyacımız var. Bana öyle geliyor ki sinema üzerine akademik yazıların çoğunda yanlış olan şey gerçekten sadece onun hakkında nasıl düşündüğünüzle ilgili olması. Ve sonra teoriye dahil olmaya başlıyorsunuz, ki bu dürüst olmak gerekirse birçok akademisyeni olduğu kadar beni hiç ilgilendirmedi.
Deneysel filmi izlerken yaşanan doğrudan deneyimi daha fazla açıklaması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Mutlaka açıklaması değil, ama bir şekilde bilgilendirmesi gerektiğini düşünüyorum. “La Région Centrale”i sadece bir kez izledim ama birinin, eğer oturup izlemek gerçekten zorsa, gözlerini kameranın hareket ettiği yönde veya ters yönde hareket ettirmeye başlaması gerektiğini söylediğini hatırlıyorum. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama o zamanlar bunun çok yardımcı olduğunu düşünmüştüm. Eleştirilerde bu tür tavsiyelere daha fazla yer verebiliriz diye düşünmekteyim.

La région centrale (1971)
Film setlerinde bulundunuz, bir filmde figüranlık yaptınız ve Jacques Tati’nin asistanıydınız. Daha önce bir film yapımcısı olmayı, yönetmenlik yapmayı, senaryo yazmayı düşündünüz mü veya bu hiç aklınıza geldi mi?
Hayır, aklıma gelmişti ama senaryo yazdığım tek zaman bir romanı uyarlamam için para aldığım zamandı ve o zaman o filmin asla yapılmayacağını biliyordum. Bu yüzden senaryonun birebir aynısını bile yazmadım çünkü asla yapılmayacaktı. Sevdiğim biriyle çalışıyorsam bir film üzerinde çalışabileceğimi düşünmeyi her zaman sevmişimdir. Yazmayı sevdiğim şey tek ihtiyacınızın kendiniz ve bir parça kâğıt veya bir dizüstü bilgisayar olmasıdır. Bütün bu diğer insanlara ve paraya bağımlı olmanıza gerek yok. Bu yüzden film yapımcısı olmak daha az çekici geldi çünkü hayatınızı yapımcı bulmak ve iş konuşmak gibi şeylerle geçirmek zorundasınız. İş yapmaktan her zaman hoşlanmamışım ve buna hiç yatkın olamamışımdır.
Bir anlamda özgürlükten daha çok kısıtlama mevcut.
Doğru, bu Orson Welles’in çok şikâyet ettiği bir şeydi çünkü o büyük bir sinemacı ve toplama çıkarma yapmayı bile bilmeyen berbat bir iş adamıydı. Ama ilginçtir çünkü bu yüzden bu kadar az film çektiğini söyleyebilirsiniz. Yine de Kubrick’le yaklaşık olarak aynı sayıda film yaptı. Kubrick en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde bir başarı olarak görülürken, Orson Welles Amerika Birleşik Devletleri’nde bir başarısızlık olarak görülüyor ve yine de aslında aynı sayıda film yaptılar. Bu durumu oldukça ilginç buluyorum.
Yazdığınız romanları neden hiç yayımlamadınız?
O zamanlar bir yayıncı bulamamıştım. Her seferinde denediğimi sanmıyorum; ikinci ve üçüncüde denedim. Belki daha çok uğraşıp sonunda onları yayınlatabilirdim ama bilmiyorum. Bazı yayıncılara gönderdiğimde hiç alıcı çıkmadı, tek söyleyebileceğim bu.
Sonra bir noktada edebiyat yazmayı bıraktınız mı?
Temelde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, edebi yazıyı eleştirime dahil etmeye çalışıyorum. Şu anda yazmakta olduğum kamera hareketi kitabı -serinin editörleri yazarları deneysel şeyler yapmaya teşvik etti. Temelde, edebi olması onlar için sorun değildi. Bilirsiniz, editörler tarafından değerlendirilmenin her türlü yolu vardır. Çoğu editör “ben” kelimesini çok sık kullanmanın, birinci şahıs ağzından konuşmanın kötü olduğunu düşünüyor. Oysa benim yazım buna bağlı. Ama aynı zamanda insanların umarım bana dönüşmemesine de bağlı. Godard’ın deyimiyle, “ben”i bir sıçrama tahtası, bir havaalanı değil de bir uçak gibi kullanıyorum.

Ve son bir soru: Bu, günümüzün Anthology Film Archives ve Jonas Mekas ve Ultra Dogme, Othon Cinema, Sabzian gibi deneysel film kolektifleriyle ilgili. Bu kolektiflerin film yapımcılığına veya film eleştirisine ne gibi katkıları olduğunu düşünüyorsunuz?
Bence bir sanat formu olarak film kavramına belli bir saflık kattılar. Her ne kadar bazı seçimleriyle tartışmalarım olsa da Anthology kesinlikle bunu yaptı. Leni Riefenstahl’ı gelmiş geçmiş en iyi filmler arasına dahil edip Fritz Lang ya da Mizoguchi’yi dahil etmemenin mantığını anlamıyorum. Yine de bu kolektifleri bir araya getiren genellikle eleştirel bir bakış açısıdır. Her durumda eşit derecede verimli değiller ama birçoğu öyle.
Ama sizce bu zamanının bir ürünü müydü? Çünkü 60’larda New York’ta yaşanan bu tür bir kolektivitenin bugün tekrar yaşanabileceğini hayal etmek zor. Yani, bu konuda okuduklarımızdan biliyoruz ki, bugün bu ruhu tekrar yakalamak çok zor görünüyor.
Eğer daha önce yapılmış bir şeyi yapmaya çalışıyorsak, bu baştan yanlış bir fikirdir. Yaptığınız şeyi yapmak için şu anda sahip olduğunuz nedenleri bulmalısınız, daha önce birinin yaptığına benzer bir şey yaratmak için değil. Ben bu konuda bir varoluşçuyum. Şu anda neye ve neden ihtiyaç duyduğunuzu bulmalı ve oradan devam etmelisiniz.
Ancak zamanımızın tuzaklarından biri de fazla tekbenci, fazla bireyci olunması gibi görünüyor. Herkes evinde her şeyi izleyebilir, bir festivale gidersiniz, bir film izlersiniz ve sonra yine eve dönersiniz. Ama film, sosyal bir yaşam biçimi veya fikirleri paylaşmak ve birlikte bir şeyler yapmak için bir iletişim aracı olarak -bunu yeniden yapmaya çalışmak yanlış bir şey değil ama zaman değişmiş gibi görünüyor.
Evet, değişen şeylerden biri, sinemanın eskisinden farklı bir şekilde sosyal bir sanat olmasıdır. Eskiden sosyaldi çünkü diğer insanlarla aynı odada film izliyordunuz ve teorik olarak filmi izledikten sonra onlarla konuşabilirdiniz, gerçi çoğu durumda konuşmazdınız. Ama teorik olarak konuşabilirdiniz. İlk kez “L’Avventura”yı New York’ta izlediğimde, onu izleyen ve benimle hakkında konuşabilecek birini bulmadan önce iki ya da üç hafta beklemem gerektiğini hatırlıyorum. Yani bu konuda sosyal söylemden bir nevi kopmuştum. Oysa şimdi evde bir film izlerseniz, internet üzerinden hemen başkalarıyla tartışmak için insan bulabilirsiniz. Bu yüzden izleyici için pek çok açıdan işler daha kolay hale geliyor. Hala sosyal ama bu sosyal yönün kendini ifade etme şekli farklı.
İlk defa sizinle yapılan bir röportaj Türkçe olarak yayınlanacak. Othon Cinema okuyucularına bir şeyler söylemek ister misiniz?
Pek de özel bir şey yok. Türkiye’ye sadece bir kez gittim. İstanbul ve Ankara ziyaretlerim kısa sürdü. Arkadaşım Ehsan Khoshbakht ile caz filmleri sunuyorduk ve sonra İstanbul’da takılıyorduk. Orada katıldığımız bir sessiz film festivali vardı. Sanırım bir yanım ulusal sinemalara ilgi duyuyor ama bir yanım da ulusal sinema fikrini yok etmek istiyor. Bana göre en büyük sinemacılar geldikleri ülkeleri bir şekilde aşan sinemacılardır. Hitchcock bir İngiliz sinemacıdan çok daha fazlasıydı, Kiarostami de İranlı bir sinemacıdan çok daha fazlası. Ve Avrupa’dan Amerika’ya göç eden tüm büyük sinemacıları düşünürseniz birden fazla milliyete sahip tüm bu figürlere sahip olursunuz. Ama aynı zamanda Radu Jude’dan Romanya hakkında çok şey öğrendim, dolayısıyla onu Romanya ile ilişkilendirmek için iyi nedenlerim var.
Ulusal sinema fikrine karşı olmanızı baz alarak, Türk Sineması ve Türk yönetmenler hakkındaki izleniminiz nedir?
Bir izlenim edinmek için yeterince izlemedim. Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim pek çok ulusal sinema var ve Türkiye de bunlardan biri.
Çünkü Türkiye söz konusu olduğunda bazen buradaki insanlar 2014 yılında “Kış Uykusu” ile Altın Palmiye kazanan Nuri Bilge Ceylan’ın Türkiye’yi yurtdışında temsil eden tek isim olduğu hissine kapılıyorlar. Kime Türk sinemasını sorsanız sadece o ismi verebiliyor. Bu muhtemelen hem iyi hem de kötü bir şey çünkü o en iyilerden biri ama aynı zamanda onun gölgesinde diğerleri kayboluyor.
Bence bu bir sorun, özellikle de en geri kafalı ülke olan Amerika’nın film zevkini yayma konusunda en etkili ülke olmasıyla ilgili bir sorun. Her seferinde belirli ülkelerden sadece bir figürün çıkabileceği fikri çok can sıkıcı bir hal alıyor; Önceki İspanya Luis Buñuel, şimdinin İspanya’sı ise Almodóvar ile anılıyor ama görmezden gelinen bir sürü başka ilginç sinemacı var.
Zaman ayırdığınız ve tüm sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Matthias Kyska, Enes Serenli
Görsel Tasarım: Büşra Yavuz

Yorum bırakın