For English, Please Click Here.

“Meteorlar“ ve “Gulyabani“ adlı deneysel çalışmaları 2017 ve 2018 yıllarında Locarno Film Festivali’nde gösterilen Gürcan Keltek’in ilk kurmaca uzun metrajlı filmi “Yeni Şafak Solarken”, bu yıl festivalin ana yarışmasında dünya prömiyerini yaptı.
Başlangıçta bir belgesel olarak tasarlanan film, bizi genç bir tiyatro oyuncusu olan ama akıl hastalığı nedeniyle artık mesleğine devam edemeyen Akın’ın (Cem Yiğit Üzümoğlu) dünyasına götürüyor. Akın, büyük bir yalnızlık içinde zamanının çoğunu camii ve mezarlık gibi dini mekânları ziyaret ederek geçiriyor.
Filmin hemen başında görkemli Ayasofya etkileyici ve yavaş çekimlerle gözler önüne seriliyor. İstanbul’un Bizans İmparatorluğu’na kadar uzanan binlerce yıllık tarihinin sessiz bir tanığı olan bu anıtın birçok sembolü, süslemesi ve detayı üzerinde uzun süre oyalanıyoruz. Akın duvarlara dokundukça, bu unutulmuş, görünmez geçmişin belli belirsiz fısıltısı duyulmaya başlanıyor -film boyunca bize eşlik eden bir varlık. Akın’ın burada algıladığı sadece tarihin değil, aynı zamanda ruhani dünyanın hayaletleri.
Son of Philip’in etkileyici elektronik ambiyans müziği ve birçok Werner Herzog filminde görüntü yönetmenliği yapmış olan Peter Zeitlinger’in subjektif kamera kullanımıyla kendimizi hipnotize olmuş bir şekilde başrol oyuncusunun iç dünyasına çekilmiş buluyoruz. Bu sayede film, şehrin boğucu günlük yaşamından ve ses ortamından kaçmamıza ve İstanbul’u tamamen yeni bir şekilde keşfetmemize olanak sağlıyor.
Psikolojik rahatsızlığı nedeniyle Akın gerçeği çarpıtılmış bir şekilde algılar ve Bosna kökenli annesi (Suzan Kardeş) oğluyla ilgili büyük bir endişe duyar. Sağlık durumunun yanı sıra, kendisine halüsinasyonlarda görünen ve Akın’ın gizemli geçmişinde büyük suçlar işlediğine inandığı babasının figürü de ona yük olmaktadır. Evdeki karanlık hava, annesinin onu alternatif İslami şifa yöntemleriyle tedavi etmeye çalışması ve Akın’ın bu yöntemlere güçlü bir şekilde karşı çıkmasıyla daha da kötüleşir.
Ailesi dışında Akın’ın hayatındaki diğer insan, aynı hastanede hasta olan eski bir arkadaşı ve alternatif pagan şifa yöntemleriyle ona yardım etmek isteyen ama özel hayatında başka öncelikleri olan kız arkadaşı Filiz’dir (Dilan Düzgüner). Akın zamanının çoğunu gündüz ve gece İstanbul’da bisikletle ya da vapurla dolaşarak geçirir.
Bir de ona babacan tavırlarla yaklaşan ve tıbbi tavsiyelerin yanı sıra hayat dersleri de veren bir psikiyatristi (Erol Babaoğlu) vardır; Akın’a, insanları sömürüp yok eden şeyin sanat olduğunu söyler. Akın, kullandığı ilaçların etkili olmadığı görüşünde olsa da psikiyatristi durumunun kötüleşmesi nedeniyle ilaç dozunu artırmasını önerir.
Akın’ın psikiyatriye ve sisteme olan güvensizliği, gerçeklik algısında kendisini gösterir; çünkü kısa süre sonra psikiyatristini sadece kötülüğün ve okültizmin bir tezahürü olarak değil, aynı zamanda şehirdeki sıradan insanlar olarak da görmeye başlar. Bu insanlar, neredeyse her köşede ona tuzak kurarcasına karşısına çıkar.
Filmin son ve en etkileyici bölümünde, bir gondol yolculuğu sırasında tamamen Akın’ın zihnine dalarız. Orada karşımıza çıkan hayaletimsi dünya, onun hayal gücünden oluşur ve bizi aynı zamanda film boyunca hep var olan İstanbul’un geçmişine doğru bir yolculuğa çıkartır.
Film, aynı zamanda İstanbul’un “unutulmuş” tarihini görünür kılar. Kadıköy’ün bugünkü adı olan eski Yunan ismiyle Chalkedon’u gösterirken, burada hala arkeolojik kazıların yapıldığını görürüz. Bu, Bizans’ın ötesine, Hristiyanlık öncesi Mitraizm kültü ve Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’ye kadar uzanan bir tarihtir.
Film, karmaşık bir çift yapıya sahiptir; başrol oyuncusunun psikotik durumları, aynı zamanda İstanbul’un unutulmuş ve gizli kalmış ikinci bir gerçekliğini yansıtan alternatif bir gerçeklik yaratır. İstanbul’un tarihindeki yüzyıllar süren kültürel ve dini çatışmalar, sanki başrolün zihinsel hastalığında yaşamaya devam eder. Psikolojik sağlığın ve normalliğin tanımı nasıl sosyal bir yapıysa, tarih ve toplumdaki sunumu da öyledir. Filmin sonunda duyduğumuz “bazen bir kayıptan geriye kalan tek şey bir iz” cümlesi, Walter Benjamin’in tarihe bakışını hatırlatır; Benjamin, geçmişin kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraber taşıdığını ve kulak verdiğimiz sesler içerisinde artık susmuş olanların yankısını taşıdığını söyler. Filmin sonunda görülen kızıl güneşin doğuşu, İstanbul’un geçmişinin kurtuluşu mu, yoksa Akın’ın hastalığından veya gerçekliğinin bir hastalık olduğuna dair inancından kurtuluşu mudur?
“Yeni Şafak Solarken”, İstanbul’un gizli ve bilinmeyen yönlerine dair belgesel bir bakışı, aynı zamanda psikotik bir gerçekliğin iç dünyasına ve bu gerçekliğin dinle olan bağlantısına dair bir içgörü sunuyor.
Bu kombinasyon, filme melez bir karakter kazandırıyor: Belgeselin bir parçası olması gereken gerçek kişi Akın her ne kadar kaybolmuş olsa da, bazen “slow cinema”yı andıran belgesel bir estetik hissedilir bir şekilde varlığını sürdürüyor ve bu durum, deliliğin yalnızlığı ile ezoterik unsurlara sahip hayali bir İstanbul tarihiyle birleşiyor.
Her yerin bir “hafızası” olduğu fikri, Keltek‘in 2015 tarihli belgesel filmi Koloni‘de de merkezi bir tema olarak karşımıza çıkıyordu; Koloni‘de, günümüz Kıbrıs manzarası, travmatik bir geçmişin sesleriyle iç içe geçiyordu. Yeni filminde ise bu hafıza, bazen bize mezar taşlarından ve hala görülebilen kadim sembollerden bakan, travmatik anılarla dolu bir kentin manzarasıdır.
Film, siyasi boyutunu, toplumsal olarak inşa edilmiş bir normalliğin ve bu sistemden kaçma çabasının, toplumsal ve siyasi gerçekliğin de kurgusal olduğunu ortaya koymasıyla kazanıyor.
Matthias Kyska

Yorum bırakın