
Luchino Visconti
Öncelikle tüm filmlerim, özellikle de Büyük Ayının Soluk Yıldızları (Vaghe stelle dell’Orsa…) hakkında konuşmaya neden hep isteksiz olduğumu anlatmak istiyorum.
Sinema üzerine konuşurken, kendi filmlerim konusunda bile, hâkim görüşlerle kısıtlı kalmayı tercih ediyorum. Bunun sebebi, sinemaya yalnızca bir hikâyeyi takip edip sonunu tahmin edebilmek için gittiğine inanılarak yerilen izleyiciye duyduğum saygıdır. Bugünün izleyicisi aslında yaratıcının ona ne söylemek istediğini öğrenmek, bunu açıklamalardan değil perdeden öğrenmek için de bilet alıyor.
Büyük Ayının Soluk Yıldızları özelinde kısa ve öz konuşma rekoru kırdığımı düşünsem de, sinemacılara filminin “ne” olduğunu ve “neden” bu filmi yaptığını açıklamasını direten oyun kurallarına en azından bir kez uymadan önce bir şeyler de eklemek zorundayım. Bu sebeple ilk soruyu yanıtlıyorum: Bu film, alışılmışın dışında bir polisiye filmi. İnsanlar “çağdaş bir Elektra” demişler ama benim “polisiye” derken ne kastettiğimi açıklayabilmem için başka bir klasik trajediyi örnek vermem gerek; ilk polisiyelerden biri olan Kral Oidipus. Buradaki suçlu, en az şüphe uyandıran karakter çıkar. (Oidipus’un kendisi, trajedinin başında kendisini “olup bitenlerden haberi olmayan tek insan” olarak tarifler.)
Muhtemelen, Sophokles’in dönemindeki izleyiciler oyundan, kabahati Oidipus’ta değil kaderin cilvesinde bularak çıkmışlardır; gelgelelim bu kolaycı açıklama çağdaş izleyiciye yeterli gelmez. Bugün izleyici kendisini kaygılı, hatta suçlu hissettiği ölçüde Oidipus’u temize çıkarır.
Şimdi benim filmimde ölü insanlar var, ölümlerden sorumlu oldukları düşünülen insanlar var; ama onların hakikaten suçlu veya hakikaten mağdur olup olmadıkları açıklığa kavuşmuyor. Bu açıdan bakınca, bizzat benim başvurduğum Oresteia duruma en uygun, kolaycı referanstır. Örnek olarak Sandra ile Gilardini’yi ele alalım: Sandra, davranışlarını belirleyen koşullar sebebiyle Elektra’ya, Gilardini’yse aileye sonradan dahil olması sebebiyle Aegisthus’a benzer; fakat bu, şematik analojilere dair bir konu. Sandra yargılayanların niteliklerini taşırken, Gilardini suçlananlarınkileri barındırsa da aslında bu esaslar gayet tabii tersine çevrilebilir. Filmdeki tüm karakterlerin hakiki niteliği müphemliktir, yalnızca bir kişi dışında; Sandra’nın eşi, Andrew. Andrew her şeyin mantıklı bir açıklaması olmasını beklerken bir yandan da en derin, en çelişkili ve en açıklanamaz tutkuların hükmettiği bir dünyaya karşı çıkar. Kendi açısından, tamamıyla olan bitene makul bir açıklama getiremediği için, etraflıca düşündüğünde, kendini de doğrudan suça karışmış hissedecek ve anne ile Gilardini’nin profesörün ölümünden veya Sandra’nın Gianni’nin ölümünden sorumlu olup olmadıklarını değil, daha ziyade ortada bir suçun olup olmadığını, neyin suç olduğunu ve bizim içimizde de Sandra’ların, Gianni’lerin, Gilardini’lerin gizlenip gizlenmediğini kendine soracak bu karakter, izleyicinin vicdanına en yakın karakterdir.
Kısacası, her şeyin başlangıçta net ve sonunda muğlak olduğu bir polisiye; aynı, insanın öğrenecek bir şeyi kalmadığına dair cüretkâr bir güvenle, zor bir iş olan kendine bakmaya her giriştiğinde, kendini kaygılara gark eden var olmama sorunuyla boğuşurken bulması gibi.
Böylece, filmimin “neden”i konusuna da bir giriş yaptığımı düşünüyorum. Bu film, çünkü günümüz toplumunu ve sorunlarını gözlemlemenin ve bunlara geleneksel yahut basmakalıp olmayan bir açıklama getirmenin hiç de önemsiz sayılamayacak yollarından birinin, o veya bu şekilde bir araya getirilmiş ve belirli bir açıdan yaklaşılmış, toplumun temsili olan birtakım karakterlerin ruhlarını incelemekten geçtiğine inanıyorum ve bu benim için yeni bir kanaat değil. Bu sebeple de filmlerime ilgi duyan ve Düşman Kardeşler (Rocco e i suoi fratelli) ile Leopar (Il Gattopardo) gibi gerçek olgulardan ilham alan filmlerimden sonra neden içsel, neredeyse “kammerspiel” filmlerle ilişkilendirilebilecek bir hikâyeyi ele almayı seçtiğimi merak edenlerin şaşkınlığına katılamıyorum.
Gerçek şu ki, eğer giriştiğim bu projede başarılı olursam Büyük Ayının Soluk Yıldızları, önceki filmlerime insanların şu an düşündüğünden çok daha yakın duracak ve yirmi yıldan uzun bir zaman önce başlamış olduğum savımı sürdürecektir. Film, Mayer ve Lupu Pick’in eski “kammerspiel”inden hareketle, yalnızca zaman ve mekânın göreceli birliğini, güçlü bir şekilde vurgulanan dramatik çatışmayı, yakın planların sık kullanımını ve bunlar gibi tamamıyla kendiliğinden açığa çıkan niteliklerini koruyacaktır.
Tüm dikkatim Sandra’nın vicdanına, ahlaki çöküntüsüne, kısa bir zaman önce Nyoni’yi, Livia’yı, Rocco’yu veya prens Salina’yı neyin harekete geçirdiğine odaklandı. Ve eğer başka yerlerde bir baloyu, bir banyoyu, bir iç göçü, ekmek parası kazanmayı ele aldıysam işte burada ilgimi cezbeden, mükemmel ifadesi Volterra olan eski bir Etrüsk bilmecesi, Yahudilerin üstünlük kompleksi ve bir kadın karakter. Bunlar filmimi belirleyen en temel, hatta bir noktaya kadar olmazsa olmaz “gerçek” olgulardır ve en az şu içsel unsurlar kadar önemlidir; adalete ve hakikate duyulan ihtiyaç, Sandra’nın duygusal ve cinsel tatminsizliği, evliliğindeki çıkmazı ve son belirleyici unsur olarak da aile dramı (bu dramı bahsetmiş olduğum, diğer filmlerimdeki karakterler de yaşamıştır).
Başına gelen “olay” ile (aile evine dönüş) harekete geçen Sandra’nın vicdanı; önceden katı bir şekilde inandığından tamamen farklı çıkan hakikati, onun gibi bir karakterin muhtemelen hiçbir zaman tamamıyla üstesinden gelemeyeceği acı bir hakikati aradığı zorlu bir yolculuğa çıkar.
Böylelikle Sandra ve Sandra’nın mağdur ettikleri (ya da ona zulmedenler) çağdaş toplumun yapısı içerisinde kendilerine bir yer bulurlar ya da o toplumda artık kendilerine bir yer olmadığını anlarlar. Ve kendi trajedileri aracılığıyla bizim tarihsel durumumuzu tüm gerçekliği ve anlamıyla daha iyi kavramamıza katkıda bulunurlar.
Kariyerimin başında benim için değerli bir temayı yeniden ele alacak olsam, bugün insan biçimci (antropomorfik) sinemayla her zamankinden daha fazla ilgili olduğumu söylerim. Büyük Ayının Soluk Yıldızları bu baskın ilgimin bir istisnası değil, onayıdır. Bu da “neden” bu filmi yaptığımın yanıtıdır.
Ve filme dair bu girizgâhı bitirirken okuyucuya ilginç gelebilecek birkaç bilgi kırıntısı sunalım.
Büyük Ayının Soluk Yıldızları geliştirme aşaması bakımından, yani “fikirden filme süreci” en zor filmim oldu sanırım.
Metinlerin* okunmasıyla anlaşılabileceği üzere, çekimler sırasında bile pek çok şey değişti. Çünkü filmin içeriği günbegün daha da netleşti. Yapılan katkıların çıkış noktalarından biri Volterra’da kalışım, sahnelerin çoğunu çektiğim Inghirami Sarayı’nın atmosferi, çekimler boyunca yavaş yavaş ağırlığını hissettiren sonbahar; diğeri de oyuncuları, ki bazıları son anda dahil olmuşlardı, daha iyi tanımam oldu. Başrol için aslında hep Claudia Cardinale’yi düşünmüştüm. Hatta Sandra karakteri ondan yola çıkarak yazılmıştı ve bunun tek sebebi bu oyuncunun bariz sadeliğinin gizlediği esrarengiz nitelik değil, aynı zamanda elimizdeki Etrüsk kadın imajlarına benzeyen fiziksel görünüşüydü (özellikle de yüzü). Anne rolü için eski dostum Marie Bell’de ve Gilardini için Ricci’de hiç sorun yaşamadık. Zor olan Gianni’yi bulmaktı. Sorel’le daha önce çalışmamıştım ve seçildiği andan itibaren onu tanımam ve netice itibariyle Gianni karakterini günbegün ona göre şekillendirmem gerekti. Yine de en cesur seçim, İtalya’ya çekimler başlamadan çok kısa bir süre önce gelen Michael Craig’di. Yani işte yine bir sorun çıkmıştı ama bu meşakkatli doğum sürecinin hiç de tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Belki de bu filmin, doğası gereği, zorlu uğraşlar sonucunda dünyaya gelmesi gerekiyordu, tıpkı karakterlerinin de zorlu uğraşlar sonucunda kendilerini ifade edebilmeleri gibi. Filmin adı pek de sorun yaratmadı. Adın nasıl ortaya çıktığını zaten daha önce anlattım, burada şunu ekleyeyim; başta insanlar telaffuzunu çok zorlayıcı bulsalar da, yabancı ülkelerde de aslı gibi benimsendiği için bugün bu seçimimden daha da memnunum.
Söyleyeceklerim bu kadar. Zaten bir sinemacı kendi filmi hakkında heveste ve cürette aşırıya kaçmadan ne söyleyebilir ki? Gençliğinden beri oldukça tutkulu bir seramikçi olan Jean Renoir seramikle sinemanın ortak bir özelliği olarak şunu söylerdi: “Yaratıcı her zaman ne yaratmak istediğini bilir ama ne zaman ki üretimi fırına girer, işte o andan itibaren ürettiğinin istediği gibi veya en azından ondan çok az bir farkla çıkıp çıkmayacağını asla bilemez.” Ben, Büyük Ayının Soluk Yıldızları’nı uzun süre fırında tuttum. Doğumu uzundu ve çekimler bittikten sonra, kurgu masasına oturana kadar geçen süre de uzundu. Bugün hiç kimse bu ne olduğu belirsiz “ruhlar toplamının” doğru derecede ve sürede pişip pişmediğini görmeyi benden daha fazla merak edemez.
Ve bitirirken, filmlerimin “müdavimleri”nden (yardımcı yönetmenlerime, sanat ekibine, kostüm tasarımcısına, kurgucuya ve özellikle de senariste) “yeni simalar”ına (kameramana, yapımcıya ve ekibine, ses ekibine) tüm çalışma arkadaşlarımın hepsine çok teşekkür ederim. Bu karmaşık ve ıstıraplı film, olabilecek en kolay ve en huzurlu biçimde doğduysa, bunu onlara borçluyum.
*Capelli tarafından 1965 yılında yayımlanan “Vaghe stelle…” kitabının önsözü.
*Cahiers du Cinema, 1966
Çeviri: Burcu Uğuz

Yorum bırakın