Mercekte Resim, Fırçada Sinema

Halil Can Akbulut

Çok eski bir tarihte Anadolu’da doğan bir çocuk, ressam olmak düşüncesiyle Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne geldiğinde arkasında bıraktığı ailesi belki de mutsuzdu. 13 liralık belediye bursuyla geldiği İstanbul’da gündüzleri düşünüp geceleri ağlamak için çok zamanı vardı. Bir yandan para kazanmak için çalışırken bir yandan da resim öğrenmek istiyordu Neşet Günal. İleride bir yerlerde biyografisinde figüratif Türk resim sanatının en önemli temsilcilerinden birisi olarak adı anılacaktı ancak yeni yetme haliyle yaptığı resimler başlarda kabul görmedi. Siyasi otoritenin izin vermediği toplumsal duyarlılığı olan resimler yapan Neşet Günal, yaptığı resimlerin çoğunda bir hikâye saklama amacı taşıdı ve bu hikâyeyi resmine bakana değil, resmini görene göstermek istedi. Bu dönemde Akademi’nin merdivenlerinde Günal’ın resmini gören bir isim, o dönem için yeni denilecek bir uğraş içindeydi. Sami Şekeroğlu olarak tanıyacağımız bu genç, sinemanın uğratılmak istenmediği Akademi’de bulduğu filmleri arşivliyor ve Kulüp Sinema 7 adı altında film gösterimleri yapıyordu. Resim öğrencisi olan Sami Şekeroğlu, sinema ile ilgili kafasındaki yeni fikirleri bir bir gerçekleştirmeye çalışırken fazlasıyla ketum bir heykeller topluluğu ile karşılaşmıştı. Hocası Neşet Günal ise onun için bir mermer heykel değil, derdiyle dertlenen bir insan, bir baba figürüydü. Yıllar geçti. Neşet Günal, ünlü bir ressam, Sami Şekeroğlu ise sinemanın sinema hocası oldu. Seksenli yıllar Sami Şekeroğlu’nun önüne bir fırsat çıkarmıştı. Çok sevdiği Neşet hocasına geçmiş yılların borcunu ödeyebilirdi. Neşet Günal’ın Toprak Adamları adlı deneysel film işte böyle ortaya çıktı. Hocasının Anadolu tasvirleri ile dolu 26 tablosu, o dönemin alameti farikası sinemaskop teknolojisi ile görsel bir anlatıya dönüştü. Resim ve sinema sanatının birleşiminden avangart bir şiir sanatı anlatısı ortaya çıktı ve bu şiir yıllarca dilden dile dolaştı. Bu şiiri anlatmak çok zor. Belki belli belirsiz karalamalar ya da şiire benzeyen şiirimsi virgül ve noktalar. Resim ve sinema. Toprak kokusu…  

Toprağın kokusunu hissettiğimiz her figür yavaş yavaş siyahın içinde belirip kaybolurken davul sesinin müzik olarak kendini bulduğu bir melodiyle film açılır. Resim sanatının yavaşça “ben gidiyorum” deyip görsellerin birbiri içinde oynamaya başlaması, film başlıyor hissini veren önemli noktalardan birisi olarak karşımıza çıkar filmde. Bir ağıt duyulur ve Anadolu’da bir gün tekrar başlar. Filmin on üç küçük dakikasındaki deneyselliği basitliğindedir. Önemli olan ressamın tablolarındaki hikâyeleri göstermektir sadece. Kamera sağdan sola ve yukarıdan aşağıya her gelip gittiğinde yeni bir yüz ve yeni bir hikâye karşımıza çıkmaya başlar. Kuru, kupkuru bir köyde uyanırız. Toprak renginin her şeyin rengi olduğu ıssız bir köyde müzik, sabahın tonlarını izleyene vermeye başlar. Kamera sabahın ağırlığıyla yavaşça sağa doğru kayarken gördüğümüz evlerin içindeki hikâyeler yavaş yavaş merak edilmeye başlanır. Bir kadın görürüz “artık yeter!” dercesine ve toprak kokusu toprak görüntüsünde burnumuza kokmaya başlar. Dağlar ve gökyüzü ve bir Yeşilçam müziği arasında karar vermeye çalışır gibidir gördüğümüz kadın. Ancak bu kararı umursayamaz çünkü uyanmak ve çalışmak zorundadır. Neşet Günal’ın pütürlü yüzleri kameranın merceğinde pürüzsüzlüğü aramaz. Sami Şekeroğlu kusuru görsele yansıtır çünkü toprak adamlar kusurun insanlarıdır. Gördüğümüz çocuk yüzleri hem besili bir inek gülüşü hem de çorak bir dağ kalıntısı hissi yaratır izleyende. Ve bir an gelir ki izleyen artık şaşakalır: Bir sergide Neşet Günal’ın Toprak Adamları’nı mı geziyorum yoksa Sami Şekeroğlu’nun deneysel denilen filminde hapis mi kaldım? Bu soruya cevap Şekeroğlu tarafından filmin kurgusunun marifetiyle hemen verilir. “Sen bir filmin içindesin!” denir izleyiciye. Koşan ayaklar görünür sarı toprağın üstünde ve kamera artık yönetmenin buyruğunda hiç durmaz. Resim mercekte, mercek resimde bir çıkmaza doğru sürüklenmeye başlar izleyen. Duygular girer yavaşça. Gördüğümüz kafalar anlam bulmaya başlar çünkü artık filmde. Bir adam, bir çocuk, bir teyze, odunlar ve küçük dağlar… Evler boş hissi içinde dolu ve resimler artık birbirine karışıyor. Filmdeki her şey müziğin esiri. Nedim Otyam’ın “işte kazıyorum bu tuvale müziğimi” dercesine kazıdığı müzikler, görseldeki yüzlere birer anlam bahşeder. Müzik her şeydir bu anlatıda. Şekeroğlu kurgusunda müzikle dans etmiş hissi vardır filmin en başından sonuna. Anadolu şiiri kokmaya başlar film Nedim Otyam’ın flütüyle bir anda. Ahmet Arif şiiri okunacak sanması doğaldır izleyenin filmin unutulan herhangi bir dakikasından sonra: “Anadoluyum ben, tanıyor musun?” İmajlar çocukların ellerinde sürünüp dururken hareket eden müzik, bir babanın elinde sopa, bir öküzün yanında bebek olur yine yavaşça. Her şey yavaştır: müzik yavaş, kamera hareketleri yavaş ve resimler bu yavaşlıkta parlayan birer ay gibidir. Bir anda şeytandan bozma bir korkuluk görürüz ve müzik değişir. Büyülü bir Anadolu kasabasında davul çalan cinlerin hikâyesidir bu müzik. O korkuluğun yanında tepkisizce duran çocuğun hikâyesidir Neşet Günal’ın hikâyesi. Film film ise resim içindeki korkuluktur der görsel/imaj. Artık film bitiyordur. Çalışmaktan pantolonu yırtılmış mavi adamı görürüz filmin sonlarına doğru. Gerçeğin sadece yorumlardan ibaret olduğunu söyler durur isimsiz bu toprak adam. Çalışmış ve gerçeği açlık olan bir görsel. İzleyenin gerçekliği ise belki biraz bunalma biraz da saygıdır o an. Film yavaş yavaş biterken son bir mizansen: bir ineğin kurban edilişine şahitlik. Zayıf mı zayıf bir inek yavaşça kesilirken küçük tatlı bir kız babasını izlemekte. Gün bitiyordur sanki ve yemek yemek gerekiyordur. Anadolu dediğimiz yer yemek yemek ihtiyacındadır. Müzik bile acıkmıştır. Ağzı sulanmış bir his ile çalar ve film bitmeye yazar.  

Tüm yüzleri tek tek tekrar görürüz: Çocuk yüzleri, kadın yüzleri, adam yüzleri, kurban edilen inek, eller ve tüm yüzler yine bir arada. Figürler siyahın üstünde sırayla belirirler ve kendilerine birer isim ararlar. Bulurlar isimlerini, şükrederler ve kaybolurlar. Artık siyahı görürüz ve filmin emeğinin isimlerini. Film biter ve sinema boş bir tabloda boyanmaya başlar. Sinemanın bir yüzü var mıdır? Bir rengi? Gerçekten bir resim sinemayı çizebilir mi? Sinema ise bir resmi çekebilir mi? Toprak adamlar bir ressamın elinde mutlu, bir sinemacının elinde mutsuz olabilir mi? Günaydın Sami Hocam! Kamerayla resim yapılabilir mi? 

“Neşet Günal 26 Kasım 2002’de, Sami Şekeroğlu ise 24 Kasım 2024’te vefat etti. Gündüzleri düşünüp geceleri ağlayan bir neslin esamesinin okunmadığı bir yıllar yığını içinde olmuşu anlatma görevi hal böyleyken bizlere kaldı. Bir gönül borcuydu bu görev her şeye rağmen… Ve ortaya bu yazı çıktı.”  


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın