
2023 Tayland Bienali, Apichatpong Filmin Enstalasyonu İçin Stüdyoda
Apichatpong Weerasethakul’un Blue isimli kısa filmi, uykusuzluğun mavi bir tülle örtündüğü bir ânın hikâyesidir; Tayland’ın derin ormanlarında, mekâna yayılmış bir rüya gibi dokunmuştur. Zamanı bir nehir gibi akıtan eşyayı ruhla bezeyen diliyle bakıldığında bu film insanın kendi içindeki sonsuzluğuna tutulmuş bir ayna teşbihidir. Kadının yatağı, mavinin titreşen gölgesine bürünmüş bir sahne; karşısında tiyatro perdeleri misali dönen fonlar, ormanın vahşi çehresiyle sessiz bir boşluğu birbiri ardına açar. Bu devran mekânı ve vakti bir sis perdesiyle örter; uyku ele geçmeyen bir gölge gibi kadının çevresinde dolanır.
Filmin başında bir ışık belirir; ateşin son nefesi mi yoksa bilincin muğlak bir yansıması mı kestirmek güç. Weerasethakul, sanki us’un değil kalbin gördüğü bir rüya gibi az imgeyle çok sahne – temaşa anlatır: Kadın uyanıktır lâkin gözleri, görülmeyen bir âlemin perdesine dalmıştır. Perdelerdeki manzaralar, tabiatla insanın kesiştiği yerde fısıldaşır; bir yanda yeşilin koyu âhengi öte yanda sessizliğin nihayetsiz çölü. Bu tezat varlığın hem çağlayanı hem de suskunluğudur. Ateşin çıtırtısı, kadının soluğuyla birleşir; ses, sureti aşarak ruha dokunur.
Blue uykusuzluğun ötesinde, bir arafın nakşıdır; bilinçle gölgenin buluştuğu yer. Eşyada saklı geçmişi arayan bakış burada saklı bir ebediyeti bulur. Mavi çarşaf, bir ufuk gibi açılır; ama yıldızsız yalnızca kendi karanlığını yansıtan bir gökyüzüdür bu. Film sonbaharın gelişini resmeden bir şiir gibi sorar: Uyku, bir kaçış mıdır yoksa yüzleşme mi? Kadının dalgın bekleyişi ruhun bitimsiz arayışını çizer; cevaplar değil sorular birikir; Weerasethakul izleyiciyi kendi gecesinin eşiğinde bir huzursuzlukla bırakır.
Uyku, – kalbin gördüğü rüya hayatın alnında titreyen ince bir hat; bilincin, ruhun derinliklerine çekildiği ve kendini başka bir zamana ve aleme teslim ettiği an… Apichatpong Weerasethakul’un Blue’su, bu hat boyunca salınan bir rüya perdesi gibi, varoluşun madde ve mana arasındaki seyrini gözler önüne serer. Bir kadın mavi ışıklar içinde uyku ile uyanıklık arasında salınır. Fakat burada uykunun kendisi bir edim değil bir hâldir; her an değişen varlığa bürünen ve kaybolan bir metafizik duraktır.
Bu kısa filmde zaman düz bir çizgi değil iç içe geçmiş halkalardan mürekkep bir akisler düzenidir. Kadının mevcudiyeti bir aynanın içindeki silik bir hayal gibi kaybolup beliren ve daima izleyeni içine çeken bir bilmecedir. O uykuya yenik düşmez; uyku onun içinde başka bir gerçekliği uyandırır ; geçmişin şimdiyle iç içe geçtiği bir varoluş haritasıdır. Mavi burada yalnızca bir renk değil bilincin derinliklerinde yankılanan sessizlik, zamanın ötesine uzanan bir çağrıdır. Ve film bittiğinde bile insan gördüğünün mü yoksa düşlediğinin mi gerçek olduğunu asla bilemez.
Blue, insanı rüyanın eşiğinde bırakır; ne tam uyku ne de uyanıklık, belki de ikisinin arasında titreşen bir perde. Bu perde varlığın sınırlarını yok ederken seyirciyi bedenin katılığından sıyrılıp ruha karışan bir buhara dönüştürür. Işık burada yalnızca bir araç değil, hakikatin ta kendisidir. Parlaklığıyla değil gölgesiyle konuşur; her kırılışında, insanın içindeki dipsiz kuyulara bir taş atar.
Film zamanı bir nehir gibi değil durgun bir göl gibi resmeder. Suyun üstünde yansıyan bulutlar geçmişle geleceğin aynı anda çarpıştığı bir aynadır bu aynada insan kendi hâllerini görür: Bedenleri değil bedenlerinin içine işlemiş anıların izleri… Onlar, birer hayaletten farksızdır; zira varoluşları ışığın kırılma anlarına bağlıdır. Bir an yok olur bir an yeniden doğarlar.
Bu mavi sadece gözle görülmez; hissedilir, belki duyulur çok yakınsak bir rayiha. Seyirci bu renge bürünmüş labirentte ilerlerken, kendi içindeki kayıp şehirleri keşfeder. Sessizlik bu yolculuğun tek rehberidir. Kelimeler düşer anlamlar buharlaşır; geriye yalnızca titreşimler kalır. Bir yaprağın düşüşündeki matem bir dalganın kıyıya vuruşundaki huzur… Film, hakikati anlatmaz onu işaret eder. Tıpkı bir meczubun semâsı gibi dönerek yaklaşır bu bir mekan da alan maviye. Seyirci bu semâda kendini kaybederken aslında bulur.
Son sahnede mavi, bir girdaba dönüşür. Bu girdap ne korkutur ne ümit verir; sadece var’dır. İnsan kendi küçüklüğünü fark ederken aynı anda sonsuzluğa dokunur. Zira film seyirciyi zamanın dışına çıkarır; orada bir an bin yıl bin yıl bir andır. Ve o an anlaşılır ki mavi yalnızca bir renk değil ruhun ta kendisidir: Hem hüzün hem huzur hem ölüm hem dirim…
Perde kapandığında geriye bir soru kalır: İnsan hakikate ancak rüyaların labirentinde mi ulaşabilir? Belki de cevap mavinin içinde eriyen o son ışıkta saklıdır.
Blue uykusuzluğun mavi bir dalgayla kucakladığı bir ruhun portresidir. Tayland’ın gölgeli ormanlarında geceye sığdırılmış bu düşsel anlatı gerçekle rüya arasındaki ipekten bir sınırda gezinir. Kadının yatağı mavinin huzursuz gölgesine bürünmüş bir ada; karşısında tiyatro perdeleri gibi açılıp kapanan resimler –sahneler, ormanın vahşi nefesiyle bomboş bir ufku art arda serer. Zaman burada bir sis gibi dağılır; mekân uykunun avuçlarında kaybolan bir seraba döner. Uyku kadının etrafında bir hayal gibi dolaşır, yakalanmaz bir esinti olur.

Film bir ışığın titreyişiyle başlar; bu belki bir ateşin son kıvılcımı belki de zihnin derinlerinden süzülen bir yankıdır. Weerasethakul sade bir zarafetle izleyiciyi bu anın içine çeker: Kadın uyanık ama sanki gözleri kapalı kainatı seyre dalmış. Perdelerdeki manzaralar doğanın ve insanın kesiştiği bir eşikte fısıldar; bir yanda renklerin çeşit çeşit yer tutmuş mekânı diğer yanda varlığın uçsuz boşluğu. Bu çift yüzlü ayna hayatın hem doluluğunu hem de hiçliğini sorgular. Ateşin çıtırtısı kadının nefesine karışır; ses görüntünün ötesine geçip fiziki olanı içe taşıyarak onu aşar.
Mavi çarşaf bir gök gibi yayılır; ama bu gök yıldızsız, yalnızca kendi karanlığını yansıtan bir sonsuzluktur. Weerasethakul izleyiciyi bir hikâyeden ziyade bir hissin eşiğine bırakır. Rüya bir sığınak mı yoksa bir aynaya bakmak mı? Kadının huzursuz bekleyişi insan ruhunun bitimsiz sorgusunu taşır; cevaplar değil yalnızca sorular birikir. Blue şiirsel bir dille dokunmuş bir metafizik metin gibidir.
Zaman her saniye başka bir sahneyi resmeder ama hiçbiri tam olarak mevcut değildir. Her görüntü bir başka olasılığı çağırır; ne bir başlangıç ne de bir son vardır. Tam bir sıfırlanmadır aslında her şey; bir kere daha bir kere daha başlayan bir döngü. Odaya yerleşmiş bir siluet var bu belki bir kadın belki bir başka varlık kimse tam olarak söyleyemez. İzlenimlerden başka bir şey yoktur. Her şeyin gerisinde bir ses titreşim hâlindedir bu ses düşüncelerini arayan bir varlığın yankısıdır; her şey her zaman yeniden doğar, ancak bir türlü tamamlanamaz. Mavi bir harf gibi dilde ses olmaya doğru büyür. Gövdesi bir derinlik taşır ama çoğu zaman anlamın kenarından akar; resimler ile sahnede sürekli değişen devamlı yaratılmakta olanın farkında olur; her şeyi geriye taşır ama her şey yerinde durur.
Apichatpong Weerasethakul’un Blue’su, Platon’un mağarasının derinlerine düşen bir çınlama gibidir. Film bir gece yarısı rüyasında kendini bilinmeyen bir ormanda bulan insanın tereddüdünü taşır. Mavi, burada sadece bir renk değil gerçekliğin sınırlarını eriten bir sis perdesidir. Blue da izleyiciyi suyun dibine çeker; orada gölgelerle hakikat arasında sıkışmış bir bilincin titreşimini hissettirir.
Platon’un mağarasında tutsaklar ateşin yalpalayan ışığıyla duvara düşen hayaletlerin peşinden giderken, Blue’nun mavi labirentinde de insan, bedenin ve doğanın iç içe geçtiği bir yansımanın peşinde kaybolur. Suyun üzerinde titreyen yapraklar, ormanın karanlık nefesi, bedenlerin buğulu siluetleri… Hepsi, Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde aradığı o kayıp zamanın izdüşümleri gibidir. Gerçek, burada bir ayna oyununa dönüşür; mağaranın duvarındaki gölgeler nasıl hakikatin sadece bir kırıntısıysa filmdeki imgeler de ancak rüyanın sınırlarında gezinen bir belirsizliğe işaret eder.
Sessizliğin gürültüsünde, insanın içine işleyen bir yalnızlık saklıdır. Mağaradan çıkıp güneşe bakan tutsak nasıl körleşirse, izleyici de bu mavi labirentte gözlerini hakikate açmaya çalışırken bir anlam boşluğunda sallanır. Film geçmişle şimdi rüyayla gerçek arasında salınarak, insanı kendi mağarasının eşiğinde bırakır. O eşikte mavi bir ışık bir anı belki de hiçbir şey olarak titrer.

Blue, Platon’un mağarasını Doğu’nun sisli bir sabahına taşır. Burada hakikat suyun üzerinde dağılan dairesel dalgalar gibidir; yaklaştıkça bulanıklaşır. İnsan gölgelerin peşinde koşarken aslında kendi yalnızlığının mağarasında olduğunu fark eder. Belki de gerçek, sadece bu fark edişin ta kendisidir.
“Blue“, Platon’un mağara benzetmesine modern bir yorum getirerek izleyiciyi gerçeklik ve yanılsama arasındaki sınırları sorgulamaya davet eder. Film uykusuzlukla boğuşan bir kadının gece boyunca yaşadığı içsel yolculuğu merkeze alır. Kadının mavi çarşafı üzerinde yansıyan ışık titreşimleri Platon’un mağarasındaki ateşin gölgelerini andırır; bu gölgeler kadının algıladığı gerçekliğin bir yansımasıdır. Tıpkı mağaradaki mahkumlar gibi kadın da kendi zihninin mağarasında tutsaktır; uykusuzluk onun gerçeklik algısını çarpıtır ve onu yanılsamalarla dolu bir dünyaya hapseder.
Filmde, kadının yakınında açılan resimler, mağaranın duvarına yansıyan gölgeler gibidir; her biri kadının bilincinde beliren alternatif manzaralar sunar. Bu resimler gerçeğin inşa edilmiş bir versiyonunu temsil eder; Platon’un mahkumlarının gördüğü gölgeler gibi, kadının algıladığı dünya da yapay ve yanıltıcıdır. Ancak filmdeki kadın mağaradan kaçan mahkum gibi bir aydınlanma anı yaşamaz; aksine uykusuzluğun yarattığı bu liminal alanda, gerçek ile yanılsama arasındaki çizgi belirsizleşir.
Platon’un mağarasında ateşin önünden geçen suretlerin mağara duvarına düşen gölgeleri ne kadar gerçekse, Blue’daki kadının etrafında açılıp kapanan imajlar da o kadar gerçektir. Burada hakikat sabit bir öz değil; çevrildikçe başka yüzlerini gösteren bazen ışıkla bazen gölgeyle konuşan bir varlık hâlidir. Filmin mekânı –orman, yatak, perdeler, alevler– bir sahne arka planı gibi sabit değildir; her biri bir zihinsel halin dışa vurumu olarak, sessizce ve yavaşça yer değiştirir. Tıpkı periakteon’un yüzeyleri gibi, her yeni manzara bir öncekinin izini taşır ama onu tamamlamaz; yalnızca değişimin sürekliliğini imler.
Weerasethakul’un kamerası görünüşle öz arasındaki ayrımı silerek, Platon’un idealar dünyasının değil, görünüşlerin metafizik kudretinin peşine düşer. Gerçeklik artık bir sabit değil; kaygan, geçişli, dönerek açılan ve asla tam olarak gösterilmeyen bir dokudur. Filmdeki mavi renk yalnızca estetik bir seçim değil; periakteon’un dönüşümünü sağlayan ana motiftir. Bu mavi bir perde gibi bilinci örter, ardından başka bir manzara belirir: geçmiş, bir hatıra, bir gölge, bir iç ses.
Blue, Platon’un periakteon’unu sadece bir tiyatro mekanizması değil bilinçsel bir yapı olarak yeniden düşünmeye davet eder. Kadının uykusuzluğu sabit bir anlatının eksikliğine değil her an değişen bir gerçekliğe açık bir benliğe – idrake işaret eder. Bu bakımdan film hakikatin bulunacak bir cevher değil kendisiyle dönüşebileceğimiz bir tecrübe olduğunu duyurur. Her yeni perde yeni bir hakikati değil hakikatin başka bir titreşimini getirir. Böylece Blue, izleyiciyi zihinsel bir sahnede kendi periakteon’unun önünde bırakır: Her şey görünürdür ama hiçbir şey sabit değildir.
Semih Alkan

Yorum bırakın