Anais Nin

Dünyanın büyük çoğunluğu aklı rehber edinerek yaşama numarası yapıyor. Sanatçı ise, bize hep nedensel olmayan dürtülerimize göre yaşadığımızı söyleyegelmiştir.
Senatör Fulbright gibi bir adam şöyle bir demeçte bulunduğunda inanmaya daha yatkınızdır: “Savaşı hangi yollarla durdurabileceğimizi biliyorum ama insanların irrasyonel dürtülere göre yaşadıklarını da biliyorum.” En büyük ihtiyacımız, eylemlerimizin bu irrasyonel kaynağını onlarla yüzleşerek anlayabileceğimiz ve üzerlerinde akılcı bir kontrole sahip olabileceğimiz umuduyla incelemektir. Ama onları yok saydıkça ve bastırdıkça, hayatlarımızı mahvedeceklerdir. Bergman, irrasyonel aleme, tutkulu deneyimlerin ekstremine giden o korkusuz maceracılardan biridir.
Kültürümüzün tragedyalara ve duygusal aşırılıklara karşı özel bir tiksinmesi vardır, bilinçaltını keşfetmekten kaçınır, akıl tarafından analiz edilemeyecek eylemleri dile getirmez. Ama D. H. Lawrence’ın dediği gibi, önce tutkulu deneyim, ardından da analiz gelmeli. Bergman’ın bize verdiği, adeta tutkulu deneyimin kalbine ve özüne geçittir.
Eleştirmenler gizemden rahatsız olurlar. Eğer anlam onlardan sıyrılırsa kendilerini güçsüz hissederler, ama gizem, insanın ruhsal varlığının kanıtıdır ve sembolizm onu yakalamanın tek yoludur ve gizemin dili öğrenilmelidir. Ama öncelikle bilinçaltının karanlıklar diyarına dalmayı kabul etmek gerekir. Hissederken analiz edemezsiniz. Bergman’ı en iyi anlayan John Simon, kitabı Ingmar Bergman Directs’te şöyle der: “Belki de sorumsuz eleştirinin tetiklediği yüzeysel, popüler Bergman fikri; sisli, sembolik, gösterişli esrarengizliklerin yaratıcısı olduğudur.”
Bunun sebebi içsel yolculuk labirentine girmeden önce cevapları bilmek istememizdir, yön levhası ve sokak tabelası talep etmemizdir. Bergman’ın filmleri, Simon’un dediği gibi cevaplanamayacak soruları konu edinen açık uçlu filmlerdir. Kim bu tür soruları cevaplayabilmiştir ki: Tanrı var mı? Ahiret var mı? Sorunlarımızın çözümü sevgi ise, bu ne tür sevgidir ve nasıl elde edilir? Eğer çalışmakta, sanatsal yaratıcılıkta, doğaya yakınlıkta, arkadaşlık grupları veya ailemizde huzur buluyorsak bunu hangi yollarla elde edebiliriz?
Bergman, bize yaşattığı deneyimin incelemesini kendimiz sürdürecek kadar zeki olduğumuzu söylüyor. Bizden bunu çekmemizi istiyor, çünkü biliyor ki deneyimin içine duygu ile değil yalnızca akıl ile girerseniz, sizde değişiklik yaratmaz. Bergman, direkt bilinçaltınızla iletişim kurar. Sırf analitik açıklık arayan bir turist, bir izleyici olarak kalır. Bergman’ın yanlış anlaşılmasından varsayıyorum ki birçok kişi turist olarak kalmaktan daha memnun ve içimizdeki varlığını bile tanımadığımız gizemli benliğimizi canlandırmak, uyandırmak, rahatsız etmek istemiyorlar.
Bize (kolektif kitle tarihine takıntılıyız) yabancı gelen başka bir şey de Bergman’ın Simon’un tabiriyle “oda filmi”ne, “oda müziğinden türetilmiş, yani bir, iki veya dört kişi üzerine yoğunlaşan, zaman ve mekanla kısıtlanmış bir eylemin olduğu ve oldukça kişisel olan bir hikaye”ye duyduğu ilgi.
Müziğin Bergman için olan muazzam öneminin farkına vardıktan sonra Bergman’ın filmlerini müziği karşıladığımız gibi karşılamamızı hedeflediğini daha iyi anlarız. Film, müziğin yaptığı gibi bize direkt olarak ulaşmalıdır, duygu merkezlerine temas ederek ve zihnin analitik parçalamalarını pas geçerek. Bergman’a, tek boyutlu filmlere yaklaştığımızdan farklı yaklaşmalıyız.
Bergman, müziğin etkilediği gibi bizi etkileyerek bazı karakterler ile samimi bir temasa geçirir. Çığlıklar ve Fısıltılar’da daha önce hiç olmadığı gibi ölme süreciyle yakınlaşırız. Hizmetçinin gösterdiği ve dinin bile bu kadar insani bir kuvvetle iletemediği merhametin anlamıyla yakınlaşırız. Hiçbir aziz, hizmetçinin gösterdiği insani sevginin derinliğini hissettirememiştir. Bergman onunla hissetmenizi ve onunla hayal kurmanızı istiyor. Hayalin nerede başladığını veya nerede bittiğini söylemez. Onun için yaşam, hayal ve sanat tıpatıp aynıdır. Bilerek veya bilmeyerek onların örtüşmesiyle yaşarız, sürrealistlerin “sürempresyon” dedikleri ile.
Bergman, sınır belirlemeyi reddeder. Hayal ve eylemin, fantazi ve deliliğin, yaratılış ve yıkımın birbiriyle ilişkili olduğuna inanır. Görevi bilinçaltı hayatımızı bilinçli hayatımız kadar görülür kılmak olduğu için onu ruhani bir varlık gibi resmetmez. Beyazlar içindeki dört kız kardeşi kırmızı bir duvarın önüne koyduğunda bu, dönemlerinin giyim kuşamı ve dekorunun gerçekçi tasviri için değildir; görünüşte akraba olmalarına rağmen birbirlerine karşı tamamen yabancı oldukları fikrini ifade etmektedir. Ailenin birliği bir yanılsamadır. Ölen kardeşin hayali, onların kardeş olarak birleşmesiydi; bütünleşme ve duygusal birlik ile ölümün parçalıyıcılığını yenmekti. Hayali gerçekleşmedi, ama bilinçaltı bir mesaj elimize ulaşıyor: Ancak sevgi ve birliktelik ölümün getirdiği yok oluşu mağlup edebilirdi. Kardeşlerden ikisi duvarlarını aşmışçasına birlikte konuşup ağlar ve yakınlık kurmuş gibi durur; ama kardeşlerden biri tanesi giderken bu yakınlığa açılan kapıyı tamamen kapatır ve alaycı bir şekilde yerle bir eder.
Gizem orada ve Bergman bizden üzerine düşünmemizi istiyor. Eğer gizem üzerine yeterince uzun düşünürsek kendi yaratıcılığımız onu çözmeye başlar. Gizemin bir parçası da Bergman’ın bizi bir doğum olayının içine götürmesidir, hem bir filmin hem de bir karakterin. Persona’yı ölümden önce görüldüğü söylenen hayatımızın kısa özetine benzer gizemli bir dizi görüntüyle başlatır. Sizi, bir filmin doğuşuna sakarca dalıp hatırlayan, tefekkür eden yönetmenin zihninin içine götürür, çünkü filmin teması sanat ve hayat üzerine bir çalışma, yanılsama ve gerçeklik arasındaki çatışma olarak ortaya çıkacaktır.
Ben Bergman’ın karakterlerini analiz etmeye veya çözmeye gelmedim. Ben, onları onun hedeflediği şekilde karşılamanızı istemek için buradayım. Bergman, filmlerini hayalleri olarak betimlemiştir. Yorumlamayı size bırakarak zekanıza saygı göstermektedir.
Deneyimin yükünü daha çok kadınların üzerine yerleştirmeyi seçmiştir: hamilelik, tecavüz, histeri, psişik öngörü, yabancılaşma, sevgisizlik, tutku, hüsran. Kadınlar kolayca Bergman’ın kadınlarıyla özdeşleşirler. Hepsini tasvir etmiştir. Acaba (haksızca kötülenen) Freud’un kadınların erkeklere göre bilinçaltları ile daha yakın bir temas sürdürdüklerini söylediğinin farkında mıydı? Onlar takıntılarını, fantazilerini, cinsel gerginliklerini, çelişkilerini, özverilerini, mazoşizmlerini tanırlar.
Bergman gölgelere saygı gösterir. İnsanların birbirlerine yaşattığı aşağılamalar, baskı, gizli zulümler ve ikilikler gibi temaları, başkalarının yanaşmadığı deneyimleri hediye eder bize.
Bergman’ın filmlerinin en büyük güzelliği ise duygusal deneyimlerin sonuna kadar gitmesidir. Dibe vurur.
Hiçbir şeyi hafife almaz, bedensel flörtü bile. Bir Yaz Gecesi Gülüşleri ile Max Ophuls’un La Ronde’unu karşılaştıralım. Tüm büyüleyicliği ve ritmiyle La Ronde, atlıkarıncaya binmek gibidir.
John Simon bize Bergman’ın Persona’yı oluştururken Jung’u okuduğunu söyler. İnsanların hem başkaların iyiliği için hem de bilinçli benliklerinin beklentilerini karşılamak adına oynadıkları rolleri incelerken esinlenmiş olabilir.
Bergman, birçok kez o sonsuz derecede incelikli değişimi, bir kişiliğin bir başkasıyla birleşmesi ve gömülmesi, projeksiyon ve özdeşleşmeyi betimlemiştir. Persona’da bu ruhların değiş tokuşu ve kimliklerin karışmasına odaklanmıştır. Geri çekilme ve başarısız değiş tokuşlar temasına derince dalar. Bize kadınların ruhlarını değiş tokuş edip etmediğini, oyuncunun hissetme ve konuşma yetilerini geri kazanıp kazanmadığını, hemşirenin başkalarını sevgi ile kurtaramayacağını öğrenip öğrenmediğini anlatmaz. Bergman mutlak yanıtlara ulaşmaya çalışmaz. Labirente girer; gizemli etkenleri, gizli öfke ve şüphelerin derin katmanlarını, açlıkları, korkuları, ihtiyaçları açığa çıkarır. Anlaşılmaz bir psişik dramın fiziksel ifadesini verir bize. İlk defa sessizliğin ölümcül niyetinin, sevginin taleplerinin gerekliliğinin farkına varırız.
Simon’un rol yapma ve var olma, sanat ve hayat, yanılsama ve gerçeklik, hastalık ve sağlık, yalanlar ve doğrular, gizleme ve ortaya çıkarma, olma ve olmama, yaratma ve yok etme, yaşam ve ölüm arasındaki çatışma olarak betimlediği şeyi başka hangi filmde görmüşüzdür ki?
Psikanalizin en önemli hedeflerinden biri entelektüel süreç değildir; bizi bastırılmış deneyimleri yeniden yaşamaya, hissedemediğimizi duygusal olarak tekrarlamaya iter. Bizi gizli aşınmalardan kurtaracak olan analitik değil duygusal yolculuktur. Bergman’ın filmlerinde bu amaç vardır; çoğunlukla keşfedilmemiş diyarlara, daha hissetmeye, söylemeye, yapmaya, kucaklamaya cüret etmediklerimize doğru engin bir duygusal yolculuğun gerçekliğini kabul etmemiz lazımdır.
Karanlık yerlerden geçen bir yolculuk. Ama içimizdeki tüm bilinmez etkenleri hareket geçirmelidir. İçimizden çok azımız sevginin, takıntının, zulümün, yabancılaşmanın, kıskançlığın, özyıkımın uç noktalarına gideriz. Görünür kılınan psişik, bilinçaltı dünyası bizi mutlaka şaşırtacaktır çünkü bu Jung’un gölgemiz dediği dünyadır. Bergman, tanımak istemediğimiz benliklerimizin gölgesini bize sunar. En azından filmlerinde yaşamalarına izin verelim ve bizi ne kadar bolca etkiledikleri ve değiştirdiklerini kabul edelim. Çünkü her kimse hayallerimizi görünür ve duyulabilir kılarsa bilinçaltı yaşamımızı aydınlatır ve efendisi olmamızı sağlar.
*Anais Nin. In Favor of the Sensitive Man, “Ingmar Bergman” (s.111-116)
Çeviri: Elif Düz

Yorum bırakın