Gösteri Devam Etmeli

Hollywood sisteminin sunduğu konforu ve formülü reddeden, insanın çelişkili doğasını kendi bildiği gibi, kendi diliyle arayan John Cassavetes, sinemayı bir hikâye anlatma aracı olmaktan çok, insanın iç çatışmalarına dair bir sezgi alanı olarak görür. Onun filmlerinde kamera, yalnızca dış dünyayı kaydetmekle kalmaz; karakterlerin ruhunda gezinir, bazen tereddüt eder, bazen nefes alır, uykuyla sarsılır. The Killing of a Chinese Bookie, bu anlamda Cassavetes’in sinema anlayışının ete kemiğe büründüğü, derin bir deneyim alanı sunar. İlk bakışta tipik bir suç öyküsü gibi dursa da, filmin asıl meseleleri çok daha derindedir: varoluşun karmaşası, takınılan maskeler, yapay mutluluk arayışları, başarının ve özgürlüğün manipülasyonu… Dahası, kameranın baktığı sadece Cosmo Vitelli değil; onun bakışının ardındaki karanlıktır.

Cassavetes’in karakterleri, genellikle sistemin kenarına itilmiş, kendi içinde bölünmüş ve hayata tutunmak için sahte kimlikler yaratmaya çalışan figürlerdir. Cosmo da tam olarak böyledir. Sahnedeyken neşeli, eğlenceli ve kendinden emin bir Burlesk kulübü sahibi olarak görünür; ama bu kimlik, kendini tüketen, bitmek bilmeyen bir sahne gösterisinden ibarettir. Kulüp, içerideki şovlardan çok daha fazlasıdır; orası, Cosmo’nun kendini yeniden inşa etmeye çalıştığı sahte bir evrendir. Kendi mikro-evreninde, kulübün sahnesinde anlam bulmaya çalışır; çünkü gerçek dünyada bu anlamdan mahrumdur.

Kulübün bu işlevi, Cassavetes’in sinema anlayışı açısından da ironik biçimde önemlidir: sahnelenen ile yaşanan, gerçek ile kurmaca arasındaki gerilim, işte tam da bu sahnelerde en belirgin hâliyle hissedilir. Gösteri devam etmek zorundadır, çünkü gerçeklikle doğrudan temas kurmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Filmin anlatı yapısı da bu sahte evrenin bir yansıması gibidir. Olaylar doğrusal bir mantıkla ilerlemez; aksine, karakterin ruh hali hangi yöne savruluyorsa, film de o yöne doğru akar. Kamera, Cosmo’nun içinden geçenleri bir dış anlatıya dönüştürmek için değil, onu olduğu gibi, ham hâliyle seyirciyle yüzleştirmek için var olur. Bu yüzden Cassavetes, planları alışılmadık derecede uzun tutar, kesmeleri geciktirir. Bazen karakterin yüzü karanlıkta kalır, bazen de kamera onun arkasında oyalanır; adeta Cosmo’nun düşüncelerine eşlik eder. Bu “eksiklik” ya da geleneksel sinema kurallarından sapma, aslında duygusal yoğunluğu artıran cesur bir tercihtir.

Cassavetes’in sinema dili, izleyiciye konforlu bir seyir deneyimi sunmak yerine, onu anlatının içine değil, karakterin derinliklerine doğru iter. Bu, klasik Hollywood sinemasının alışkanlıklarını bozan ve izleyiciden edilgen değil, aktif bir katılım bekleyen radikal bir yaklaşımdır.

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, Cosmo’nun burlesk kulübünde sergilenen ‘strip-tease’ gösterileridir. Bu sahneler, sadece birer erotik şov olmanın ötesine geçer. Kadınların sahnede sergilediği yapay neşe, zorlama tebessümler ve kalabalığın alkışları, Cosmo’nun kendi hayatındaki sahte gösterinin bir aynasıdır. Tıpkı o kadınların sahnedeki kimlikleri gibi, Cosmo da kendi “kulüp sahibi” kimliğini, içi boş bir gösteri olarak sürdürmektedir. Onlar soyunurken, Cosmo’nun da iç dünyasının, maskelerinin tek tek düştüğüne tanık oluruz.

Bu yapaylığın ardındaki çıplak gerçekle en net yüzleştiğimiz anlardan biri, kulis sahnesidir. Cosmo, sahnede sergilenen o parlak dünyanın arka planına, yani kulise adım attığında, gösterinin tüm makyajı silinir. Kadınlar artık sahnedeki neşeli ikonlar değil; yorgun, sıkılmış, hayatın ağırlığını bedeninde taşıyan gerçek insanlardır. Kostümler bir kenara atılmış, yüzlerdeki gülümseme düşmüştür. Makyaj aynalarının loş ışığında yankılanan sessizlik, sahnede gürleyen müziğin aksine, asıl hakikati fısıldar: Burası, görünmeyenin, sahnelenmeyenin alanıdır.

Cosmo, burada adeta kendi iç dünyasına düşer. Sesi kısık ve tedirgin olmaktan çok, dışa karşı hâlâ kendinden emin bir duruş sergiler; ancak bu özgüven, çatırdamaya başlamış bir maskeden ibarettir. Onlarla konuşurken kontrolü elinde tutmaya çalışır, ama bu kontrol, içsel çözülmenin gölgesinde titrek bir dengedir. Kadınlardan biriyle yaptığı kısa konuşma, hiçbir dramatik zirveye ulaşmaz ama her şeyin içten içe çöktüğünü hissettirir:

Dansçı: “Her şey yolunda mı, Cosmo?”
Cosmo : “Gösteri devam ediyor, değil mi? O zaman her şey yolundadır.(Gülümsemeye çalışarak)”

Bu satırlar, yalnızca bir diyalog değil; Cassavetes’in tüm sinema anlayışının küçültülmüş bir yansıması olabilir. Cosmo’nun bu sözleri, yüzeyde profesyonel bir dengeyi ima etse de, aslında içsel bir çöküşün üzerini örten bir perde gibidir. Gösteri burada sadece kulüp sahnesi değil, Cosmo’nun varoluşunun tamamıdır. Her şey yolunda değildir; ama durmak, gösteriyi kesmek, bu maskeli hayata son vermek demektir.

Cassavetes, bu replikle izleyicinin de ruhsal bir eşiğe itilmesini sağlar: Biz de kendimize aynı soruyu sorarız: Gösteri devam ettiği için mi her şey yolunda görünür?

Bir başka vurucu an, Cosmo’nun borç batağına saplanmasıyla değişen tavırlarıdır. Başlangıçtaki neşeli, özgüvenli duruşu, tefecilerle yaptığı görüşmelerde yerini endişeye, çaresizliğe ve bir tür boyun eğişe bırakır. Kamera, bu geçişi Cosmo’nun gözlerindeki solmayla, yüzündeki gerginlikle kaydeder. Bu anlar, karakterin içinde bulunduğu çıkmazı ve üzerindeki baskıyı seyirciye doğrudan hissettirir. Film, kumar borcunun peşine düşen gangsterlerin, bir anda Cosmo’nun dünyasına nasıl bir kabus gibi çöktüğünü, onun naif dünyasını nasıl acımasızca parçaladığını gözler önüne serer. Cosmo’nun bu “iş”e sürüklenmesi, onun kontrolünü yavaş yavaş kaybetmesinin ve her adımda daha da yalnızlaşmasının da bir simgesidir. Cinayet sahnesi de alışılmadık bir şekilde, kahramanın içsel çalkantısının bir yansıması gibi sunulur; gerilim, dışsal olaylardan ziyade, Cosmo’nun kendi vicdanıyla ve hayatta kalma dürtüsüyle girdiği çatışmadan beslenir.

Cosmo’nun hikâyesi, Amerikan rüyasının hem biçimsel hem de ahlaki çözülüşünü simgeleyen bir durumdur. Özgürlük, başarı ve bireysellik gibi ideallerin, özellikle Vietnam sonrası dönemde, nasıl içi boşaltılmış kavramlar hâline geldiğini gösterir. Cosmo’nun suça sürüklenişi, kişisel bir zayıflığın değil, sistematik bir yoksunluğun acımasız sonucudur. O, özgürlük vaat eden bir sistemin içinde adım adım daha fazla sıkışır, borçlanır, manipüle edilir. Başarılı olmak için ne olması gerektiğini değil, ne gibi rolleri oynaması gerektiğini öğrenmiştir. Gösteri dünyası ona bir kimlik sunar ama bu kimlik, kendi varlığını silerek var olur.


Cassavetes’in kamerası, işte tam da bu silinme sürecini sabırla izler. Cosmo’nun yüzündeki o bildik gülümseme, her sahnede biraz daha silinir, yerini hüzne, yorgunluğa ve kabullenişe bırakır. İzleyici, karakterin iç çöküşüne tanıklık etmekle kalmaz; aynı zamanda kendi varoluşsal korkularıyla da baş başa kalır. Bu yüzden The Killing of a Chinese Bookie, yalnızca bir karakter trajedisi değil, seyircinin de içine çekildiği bir ruh hali performansıdır. Film, aslında Cosmo’nun değil, bizim sahici olmayan rollerimizle kurduğumuz çürük uzlaşmaların ta kendisidir.

Cassavetes’in sineması, döneminin politik-toplumsal bağlamından da asla kopuk değildir. Vietnam sonrası Amerika’sında yaşanan ahlaki çözülme, medya eliyle pompalanan yapay duygular ve gerçeklikten kopmuş kitle bilinci, Cosmo’nun içsel çözülmesinde yankı bulur. Savaş sonrası evlere taşınan travma, artık gösteri biçiminde yaşamın her alanına sızmıştır. Cosmo’nun kulübü de bu travmanın görsel bir izdüşümüdür: yapay neşenin, erotik gösterilerin, numaralı kahkahaların ardında saklanan dev bir sessizlik. Ve bu sessizlik, Cassavetes’in asıl ilgilendiği şeydir. Çünkü sessizlikte maske düşer, gösteri duraksar, çıplaklık başlar.

Filmin kapanışına doğru Cosmo’nun yürüdüğü son anlar, sadece fiziksel değil, metafizik bir yolculuk gibidir. Artık sahne ona ait değildir; kimse onun hikâyesini yazmıyor, o da kendi hikâyesinin içinde kaybolmuştur. Gösteri devam etmek zorundadır, çünkü durduğunda geriye sadece anlam kaybı ve varoluşsal boşluk kalır. “Gösteri devam etmeli” sözü, burada trajik bir kaderin ifadesi hâline gelir. Cassavetes, gösterinin bir eğlence formu değil, bir hayatta kalma stratejisi olduğunu fısıldar gibidir. Maskenin ardında kalan boşluk, çoğu zaman çıplak gerçekle değil, daha derin bir hiçlikle doludur.

The Killing of a Chinese Bookie, Cassavetes’in sinemasında yalnızca biçimsel bir meydan okuma değil, ahlaki ve duygusal bir itiraftır. Kamera, basit bir göz olmaktan öte, bir ruh hali olarak çalışır; hikâye ise kuru bir anlatı değil, bir içsel çöküş olarak kurulur. Cosmo’nun gösterisi devam eder, çünkü bizim de gündelik hayatımızdaki gösterimiz durmaz. Gerçeklik ile yüzleşmektense bir rolü oynamaya devam etmek çoğu zaman daha kolaydır. Cassavetes, bu kaçışı acımasızca ifşa eder; ama onu ne yargılar ne de romantize eder. Sadece bakar. Ve bakarken, bizi de kendi maskelerimize bakmaya zorlar. Gözümüzü açtığımız an düşeceğimiz boşluğu bildiğimiz için perde hiç kapan(a)maz. Gösteri devam etmeli… Çünkü hakikat çoğu zaman taşınamayacak kadar ağırdır.

Ömer Emre Çetin


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın