Görünmeyenle Yüzleşmek

Dni Zatmeniya (1988)

Aleksandr Sokurov’un sineması, insanın görünmez biçimlerle çevrili varoluşunu duyumsatan bir alan olarak ele alınmalıdır. Onun filmlerinde görüntü, anlatıdan taşan bir ruha dönüşür; biçim, öyküyü taşımak yerine bilincin kendi ritmini kurar. Bu bilinç, kendini doğrudan göstermez; ardındaki titreşimde, ışığın sönüşünde, gölgenin uzamasında ifade bulur. Tarkovski’de arınma içsel bir sonsuzlukla birleşirken, Sokurov’da aynı sonsuzluk yaralı, parçalanmış, solgun bir tözün içinde yaşar. Kamera bir ruh gibi dolaşır; bedenlere, eşyalara, yüzlere dokunur, onları siler ve yeniden çizer.

Dni Zatmeniya ise, Sokurov’un sinemasında bilincin içe çöktüğü en yoğun örneklerden biridir. Film, Strugatsky kardeşlerin bilimkurgu romanından yola çıkar; fakat Sokurov’un ellerinde edebi sınırlarını aşarak bütünüyle ruhsal bir alana taşınır. Öykü, Orta Asya’da çalışan genç bir doktorun çevresinde döner; ama anlatılan bir hikâyeden çok, insan bilincine sinmiş bir yorgunluk, anlamın buharlaştığı bir bilinç hâlidir. Sokurov, bu coğrafyayı yalnızca bir arka plan olarak kurmaz; insanın iç dünyasını biçimlendiren, ruhun kendi haritasına dönüşen bir mekân olarak kurar. Çöl, toz, ışık ve rüzgâr insanın içindeki boşluğu örer, görünmeyeni görünür kılar. Laboratuvar, düşünmenin mekânı olmaktan çıkıp ruhun odasına dönüşür; bilim insanı hakikati keşfetmek yerine anlamın yokluğuyla yüzleşir. Deney, ölçüm ve gözlem varlığın anlamsızlığıyla çarparak erir. Sokurov, bilimin kudretinden çok bilginin taşıdığı acıya, modern dünyanın Tanrı’nın yokluğunu bilgiyle doldurma çabasının trajik boşluğuna odaklanır. Dni Zatmeniya, bu çabanın içten içe çöken, sesi kaybolmuş bir kozmos hâline geldiği noktada insanın kırılgan varoluşunu gösterir.

Filmdeki puslu atmosfer, yalnızca estetik bir tercih sayılmaz; bilincin dışa vurumu gibidir. Renk, ses ve zaman sisin içinde çözülür; anlam, görünür olmak yerine bu sisin içinde yaşar. Bu bulanıklık doğadan kaynaklanmaz, insanın içsel karmaşasına aittir; sanki bütün yeryüzü kalıcı bir güneş tutulmasının gölgesine hapsolmuştur. Sokurov’un ışığı hiçbir şeyi bütünüyle aydınlatmaz, her zaman bir kayboluşun sınırında titreşir. Gerçekliği göstermekten çok, onun çözülüşüne tanıklık eder kamera; her plan, hatırlamanın yerine unutmanın imgesini taşır. Bu unutma eksiklik olarak görünmez; varoluşun doğal biçimi hâline gelir. İnsan varlığını hatırladıklarıyla değil, kaybettikleriyle sürdürür.

Sokurov’un sinemasında yüzler bir portreden çok bir manzaraya benzer. İnsan bedeni, coğrafyanın bir uzantısına dönüşür. İnsan bedeni özne olma işlevini kaybeder; bedenler taşlaşmış anıtlar gibi kendi içlerinde yaşar. Gözler başkasına yönelmez; bakışlar içe kapanır. Bu kapanma, bilincin içe çöküşünü temsil eder. Doktorun çevresiyle kurduğu ilişkiler, iletişimin ötesinde, sessizliğin derinliğini deneyimleme biçimi gibidir. Sözcükler anlam taşımak yerine sessizliğin yoğunluğunu artırır. Her diyalog, kopuşun kaydına dönüşür. Diyaloglar çoğu zaman mırıldanma halindedir; kelimeler söylenir ama tam duyulmaz. Bu, yalnızca teknik bir tercih değildir; Sokurov’un dünyasında anlam daima yarım kalır. İnsanlar konuşur ama birbirini anlamaz; anlamak, artık imkansız hale gelmiştir. Bu iletişimsizlik, Sovyet döneminin ruhsal çöküşünün bir yansımasıdır. Sokurov, toplumsal bir çağrışımı bireysel bir içe çekilişte çözer.

Filmde doktorun Orta Asyalı dostu, Batı ile Doğu arasındaki ontolojik kırılmanın bedensel temsilidir. İkisi aynı dünyada yaşar, ama düşünsel ufukları ne kadar paralel olsa da aynı zamana ait değildir; bu ayrılık, Sovyet sonrası kimliğin dağılmış yapısına işaret eder. Yan karakterler, günlük yaşamın monotonluğu içinde rutin çerçevesinde var olan Sovyet bireylerini temsil eder. Kapıda aniden beliren ve ardından kaybolan çocuk ise sistemin sessiz baskısının ve bilincin çözülüşünün somut bir tezahürüdür. Bu geçici görünüş, doktorun ve izleyicinin puslu dünyasına kısa süreli bir farkındalık getirir; kayboluşu, insan ruhunun ve varoluşun sistem tarafından silinmesini metaforik olarak gösterir. Çocuk, belirsiz bir geleceğin temsilidir; umut taşımak yerine boşluk taşır. Sokurov, onu Tanrısal bir imge olmaktan ziyade, insanın kendi yarım kalmışlığının bir hatırlatıcısı olarak kullanır.

Sokurov, sesi sadece işitilen bir öğe olarak bırakmaz; bilincin dalgalanmasını görünür ve duyumsanır hâle getirir. Dni Zatmeniya’da müzik belirgin biçimde kullanılır, fakat anlatıyı yönlendiren ya da duyguları açıklayan bir araç olmaktan çok, atmosferin ruhunu derinleştiren bir katmana dönüşür. Sokurov, müziği mekânla insan arasındaki görünmez bağı hissettiren geçici bir dokunuş gibi yerleştirir. Film boyunca duyulan melodiler kimi zaman uzak bir radyodan süzülür, kimi zaman kasabanın içine sinmiş halk ezgileriyle bütünleşir. Bu parçalar karakterlerin iç dünyasını açmaz; içsel sessizliğe karışarak onunla birlikte soluk alır. Doktorun kasaba sokaklarında yürüdüğü sahnelerdeki ezgiler, onun içsel yorgunluğundan çok çevresini saran varoluşsal gerilimi görünür kılar.

Rüzgârın uğultusu, metalik sesler, nefesin maddesiz uğultusu ve arada beliren bu müzik dokuları birlikte bir “duyumsal doku” oluşturur. Sokurov’un ses anlayışı, anlatının ritmini kurmaktan çok varlığın içsel sürekliliğini sezdirmeye yönelir. Müzik, doğa sesleriyle ve durgunlukla iç içe geçerek soyut bir atmosfer yaratır; zamanın sınırlarını belirsizleştirir. Bu aralık, insanın anlamla kurduğu ilişkinin çözülüşünü görünür kılar. Sessizlik, burada bir yokluk değil, müziğin sustuğu yerde başlayan bilincin alanıdır. Her ses, bir çağrıdan çok içe dönüşün derinliğini işaret eder. Duyulan bu ses örgüsü, dış dünyadan ziyade insanın kendi varoluşsal nefesidir. Sokurov, bu yoğunlukla izleyiciyi duygusal rehberlikten uzaklaştırır; anlamaktan çok duymaya, düşünmekten çok sezgiyle varlığı hissetmeye davet eder.

Bu duyumsal doku, Sokurov’un renk anlayışında da kendine yer bulur. Renkler de benzer biçimde bilincin yansımasını taşır. Sokurov’un özel renk paleti dünyayı maddesizleştirir; her şey zamanın dışında asılı kalmıştır. Renk, nesnenin niteliği olmaktan çıkar, ruhun hâline dönüşür. Bu solgunluk, ne yaşamı ne ölümü temsil eder; arada kalmış bir ruh hâlini, varlığın belirsizliğini gösterir. Sokurov zamanla da oynar. Dni Zatmeniya’da ölçülemez bir zaman duygusu vardır; ne ilerler ne geri döner, yalnızca var olur. Bu varoluş, bir akıştan çok bekleyiştir. İnsan, tarihin akışı içinde hareket eden bir figür olmaktan çıkmış, tarihin kendisi tarafından unutulmuş bir gölgeye dönüşmüştür. Bu zamansızlık, Sovyet insanının ruhsal durumunu yansıtır: ideolojinin çöktüğü, Tanrı’nın sustuğu, bilimin bile teselli sunamadığı bir çağda, zaman artık ölçülemez hâle gelir.

Sokurov’un dili, her şeyin yavaşça silindiği bir alan yaratır. Bir yüzün karanlıkta eriyişi, bir gölgenin duvar üzerindeki kayboluşu, bir ışığın tozla karışarak dağılışı; tüm bunlar varlığın maddesizleştiği anlara dönüşür. Bir pencerenin ardındaki ışık, bir çocuğun boş bakışı, insanın kendini anlamaya çalıştığı bitimsiz uğraşın izleridir. Sokurov, sinemayı yalnızca sanat biçimi olarak değil, düşüncenin sinematografik formu hâline getirir. Her kare bir sezginin taşıyıcısıdır; Tanrı’nın suskunluğunu duyurur. İnanç, dogma sınırlarını aşar; belirsizliğin içinde süren bir sezgi hâline gelir.

Dni Zatmeniya, bilimin metafiziğe dokunduğu ancak birleşemediği bir alan yaratır. Sokurov iki dünyanın kesişemediği noktayı gösterir. Bilim, Tanrı’nın yerini alamaz; metafizik bilimin yöntemine sığmaz. Aralarındaki mesafe insanın varoluşsal alanını oluşturur ve Sokurov bu alanı sinemayla doldurur. Görüntü boşluğun maddesi olur; ses, boşluğun titreşimi. Her plan, insanın anlam yaratmaya çalıştığı ama o anlamın elinden kaydığı bir anı taşır. Sokurov’un sineması, bilmek isteyen ama bildikçe yitirip sessizleşen bilincin sinemasıdır.        

Sokurov’un Dni Zatmeniya’sı, varoluşun kendini duyumsama biçimi üzerine felsefi bir meditasyondur. Film, bilincin dünyayı anlamlandırma çabasının kendi sınırına ulaştığını gösterir.  Burada bilgi, hakikate değil, hakikatin yokluğuna açılan bir kapıdır. Sokurov, insanın anlam üretme arzusunu bir tür metafizik yanılgı olarak sunar; çünkü anlam kaybolduğu anda belirir. Dni Zatmeniya, insanın kendini bilmek isterken kendi derinliğinde kaybolmasının görsel bir alegorisidir. Görünen, yalnızca görünmeyenin yüzeyidir. Sokurov, bu yüzeyde var olmanın ötesinde onun altındaki boşluğu duyumsamanın sinemasını kurar. Dni Zatmeniya, hakikatin artık bir cevaba değil, bir boşluğa dönüştüğü yerde, insanın kendini hâlâ duyabilme çabasıdır.


Ömer Emre Çetin


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın